Mary Mapes Dodge

Gümüş Patenler


Скачать книгу

kendisi olduğuna inanmakta güçlük çekiyordu.

      Kafilesi yanından süzülerek geçerken Van Mounen’e döndü ve şu kıssayı anlattı: 1696 senesinde bu kentte bir cenaze ayaklanması meydana gelmiş. Erkek, kadın, çoluk çocuk demeden, toptan sokaklara akın etmişler ve sahte cenaze ayinleri düzenlemeye başlamışlar. Amaçları, belediye başkanına ölü gömme konusundaki bazı yeni düzenlemelerin kabul edilemez ve idaresi güç bir mahiyette olduğunu gösterebilmekmiş. İlaveten, kente zarar vermekle o kadar büyük tehditler savurmuşlar ki belediye başkanı bu nahoş düzenlemeleri memnuniyetle geri çekmek durumunda kalmış.

      “Şuradaki köşebaşı var ya.” dedi Jacob, devasa binaların olduğu yeri parmağıyla işaret ederek. “Bundan on beş sene önce, oradaki büyük darı ambarları çöküp çamura bulanmış. Ambarlar vaktinde gayet dayanıklı inşa edilmiş, üzerinde durdukları kazıklar da pek kuvvetli çakılmış olmasına karşın yedi bin yüz kilodan fazla darı depolayınca kazıklar dayanamamış.”

      Jacob, kıssanın tek seferde anlatamayacağı kadar uzun olmasından dolayı lafının yarısında dinlenmek amacıyla durakladı.

      “Yedi bin yüz kilo olduğunu nereden biliyorsun sen?” diye sordu Carl, bıçak gibi keskin bir sesle.“Daha kundağa sarılıydın o vakitler.”

      “Babam tüm vakayı biliyor.” diye karşılık verdi Jacob. Güçlükle yerinden kalktı ve sözlerine devam etti. “Ben, resim sever. Gösterelim biz de.”

      “Pekâlâ.” dedi kafile başkanı.

      “Vaktimiz olsaydı, Benjamin…” dedi Lambert van Mounen İngilizce olarak.“Seni belediyeye, yani Stadhuis’e de götürmek isterdim. Altında o kadar çok kazık var ki! Yerin yetmiş fit derinine gömülmüş neredeyse on dört bin kazık. Fakat orada asıl göstermek istediğim Van Speyk’in27 gemisini patlattığı anı betimleyen bir tablo… Muhteşem bir eser.”

      “Van kim?” diye sordu Ben.

      “Van Speyk. Hatırlamıyor musun? Belçikalılara karşı ön saflarda savaşırken, alt edileceğini ve gemisinin ele geçirileceğini anlayınca düşmana teslim olmaktansa kendi de içindeyken gemiyi patlatmış.”

      “Van Tromp değil miydi o?”

      “Hayır. Van Tromp başka bir yürekli askerdi. Pilgrimlerin28 Amerika’ya gitmek üzere gemiye bindikleri Delft Haven’da bir anıtı bile var.”

      “Neyse, peki ya Van Tromp? Hollandalı büyük bir amiraldi, değil mi?”

      “Evet, otuzu aşkın deniz muharebesine katılmış. Hem İspanyol hem de İngiliz donanmalarını yenilgiye uğratmış, sonra da İngilizleri denizden süpürdüm diye gemi direğine çalı süpürgesi asmış. Hollandalıları yenmek her yiğidin harcı değildir, oğlum!”

      “Orada dur hele!” diye sesini yükseltti Ben. “İstediği kadar süpürge assın, en sonunda onu yendik ya. Bak, hatırıma geldi şimdi. Hollanda kıyılarında bir yerde, İngiliz donanmasının muzaffer çıktığı bir çatışmada öldürülmüştü. Yazık olmuş.” diye ekledi inadına. “Değil mi?”

      “Neredeyiz biz?” diye lafı başka yöne çevirdi Lambert. “Baksanıza! Herkes bize fark atmış. Jacob hariç tabii. Yazık! Ne kadar şişman öyle! Daha yolu yarılayamadan yığılıp kalacak.”

      Ben, elbette Lambert ile eş paten kaymaktan zevk alıyordu; çocuk sağlam bir Hollandalı olmasına rağmen Londra yakınlarında bir yerde eğitim almış ve İngilizceyi de ana dili Felemenkçe kadar akıcı konuşuyordu. Fakat kafile başkanı Van Holp’un çağrısını işittiğinde hiç de kaygı duymadı:

      “Patenleri çıkarın! İşte, müzeye geldik!”

      Müze açıktı ve o gün için giriş ücreti de yoktu. Karışan kimse olmayınca tam da oğlan çocuklarından bekleneceği gibi ayaklarını sürüyerek içeri girdiklerinde, cilalanmış zeminde yankılanan ayak seslerinden başka çıt duyulmuyordu müzede.

      Bu müze, aslen Hollandalı ustaların en şahane eserlerinin sergilendiği bir resim galerisiydi ve bunların yanında yaklaşık iki yüz nadir gravür de bu sanat mabedinin onurlu duvarlarını süslüyordu.

      Ben, ilk bakışta fark etti ki resimlerin bazıları menteşelerle duvara tutturulmuş levhalara asılmıştı. Bunlar pencere panjuru gibi öne doğru açılabiliyor, böylece eserin en uygun aydınlıkta sergilenmesine imkân tanıyordu. Gerard Douw’un29 küçük bir grubu resmettiği Evening School30 adlı eserini incelerlerken oldukça işlerine yaramıştı bu tasarım; bir pencereden bakılıyormuş hissi veren resmin tüm enfesliğini layıkıyla incelemelerini sağlamıştı. Peter, The Hermit31 adlı başka bir Douw eserinin güzelliğine işaret ederek 1613 senesinde Leyden’de doğan bu sanatçıyla alakalı ilginç bir kıssayı anlatmaya koyuldu.

      “Bir süpürge sapını çizmeye üç gün harcamış!” diye yankılandı Carl’ın sesi şaşkınlık içinde; o sırada, kafile başkanı, Douw’un elinin aşırı yavaşlığından dem vuran birkaç örnek veriyordu.

      “Evet, tam üç gün. Ayrıca diyorlar ki bir hanımefendinin portresini çizerken sırf eliyle beş gün uğraşmış. Bu resimdeki her fırça darbesinin ne kadar zahmetle ve titizlikle atıldığını varın siz hayal edin. Bitmemiş eserlerinin üzerini titizlikle, düzgünce örter; resim malzemelerini de o gün için kullanmayı bırakır bırakmaz hava geçirmez kutulara koyarmış. Anlaşılan, atölyesi bile her noktasına kadar derli toplu ve tertemizmiş. Sanatçı, buraya parmak ucunda girer, tuvalin önüne oturur ve işe koyulmadan önce içeri girerken kaldırdığı toz varsa sinsin diye hiç kıpırdamadan beklermiş. Bir yerde okumuştum; büyüteçle bakınca eserlerinde minicik ayrıntılar görülüyormuş. Bu ayrıntılarla o denli meşgul olmuş, gözlerini o denli harap etmiş ki otuz yaşına varmadan önce gözlük takmak mecburiyetinde kalmış. Kırk yaşını devirince artık resim yapamayacak kadar fena olmuş gözleri; derdine derman bir gözlük bile bulamamış. Sonra bir gün, ihtiyar, yoksul bir Alman kadın denesin diye kendi gözlüğünü vermiş. Gözlük ona tam uymuş ve böylece eskisi gibi sanatını layıkıyla icra etmeyi başarmış.”

      “Hıh!” diye tepki verdi Ludwig, kızgın kızgın. “Pek cömert bir hareket olmuş! Acaba kadın gözlüğü olmadan ne etti?”

      “Ah!” dedi Peter, gülerek. “Neyse ki başka bir gözlüğü daha varmış. Her koşulda, gözlükler onda kalsın diye ısrar etmiş kadın. Adam o kadar minnettar kalmış ki gözlüklerin bir resmini çizip ona vermiş. Kadın bu resmi bir belediye başkanına yıllık maaş karşılığında satmış ve ömrünün kalan günlerini refah içinde geçirmiş.”

      “Arkadaşlar!” diye seslendi Lambert, yüksek perdeden bir fısıltıyla. “Gelin de Bear Hunt’a32 bakın.”

      Daha on altı yaşına varmadan evvel şahane eserler ortaya koyan, on yedinci yüzyılda yaşamış bir Hollandalı ressam olan Paul Potter’ın33 muhteşem bir eseriydi işaret ettiği. Eserin konusu dikkatlerini çok çektiğinden hayranlıkla incelemeye koyuldu oğlanlar. Rembrandt ile Van der Helst’in şaheserlerinin yanından kayıtsızlıkla geçtiler ve Hollanda ile İngiltere arasında geçen bir deniz muharebesini konu edinmiş, Van der Venne’nin çirkin bir resmi önünde kendilerinden geçtiler. Biri çorba içen, diğeri de yumurta yiyen iki küçük yumurcağın resmedildiği bir tablonun önünde ise büyülenmiş gibi kalakaldılar. Oysaki bu eserin tek marifeti, yumurta yiyen ufaklığın sırf eğlence için yumurtanın sarısını