bayılırlar; ancak tanrısallarınızın yarısı şeytandan ve diğer yarısı da bilimden korkarlar.”
“Bilim adamlarının da…” diye cevapladım. “Diğer tüm sınıflarda olduğu gibi kendilerine özel ön yargıları ve kendilerine özgü profesyonel cazibeleri vardır. Pozitivistlerin din karşıtı bağnazlığı, dinî fanatiklerin teolojik bağnazlığı kadar acı verici ve akıl dışıdır. Şu anda iki güç birbirini karşılıyor ve dengeleyebiliyor. Ancak, üç yüz yıl önce olduğu gibi şayet elli ya da yüz yıl daha yaşayacak olursam, Tanrı’nın gücüne inandığını farz ettiğim Bay Congreve, Bay Harrison ya da Profesör Huxley’in halefleri tarafından bu düşüncelerim sapkınlık olarak görüleceğinden kesinlikle yakılacağım konusunda eşit oranda kaygılıyım.”
“İnanılmazlığın hoşgörüsüzlüğü.” diye karşılık verdi Albay A. “Beni de fazlasıyla müteessir eden bir konu. Bir seferinde ben de ‘ruhani’ diye tanımlayabileceğim kadar olağanüstü bir olaya şahit olmuştum. Şu anda, elimde o zaman gerçekleşen şeyin gerçekliğine dair inanılmaz kanıtlar var ve şundan da eminim ki bu dünyada maalesef benim tanımlayamadığım ancak hikâyemi güçlü bir şekilde destekleyecek başka kanıtlar da bulunuyordur. Bununla birlikte, hadiseyi ilk defa duyanlar benim ya bir deli ya da en iyi ihtimalle abartma ve yalan söyleme konusunda oldukça cüretkâr bir denizci olduğumu düşünerek, anlattıklarımla tamamen dalga geçtiler. Daha sonra bu hadiseyi, beni yıllardır bir asker olarak yakından tanıyan, karakterlerine ve zekâlarına fazlasıyla güvendiğim, karargâhtaki üç beyefendiye daha anlattım; ancak her birinde de aynı sonuca ulaştım, ya bana inanmadıklarını ifade eden gözlerle bakarak sessiz kaldılar ya da beni yalancılıkla suçladılar ve bu durum vicdanım üzerinde ağır bir yük olarak kaldı, o günden bu yana da geçen yüzyıldaki herhangi bir bilimsel keşiften daha doğru, daha ilgi çekici ve bir anlamda daha büyük önem taşıdığına inandığım şeyi tekrar anlatmamı engellediler. Bu konu hakkında en son konuşmamın üzerinden yedi yıl geçti ve bugüne kadar bu hikâyemi ifşa etmemin mümkün olduğuna inanabileceğim kendimden başka hiç kimseyle karşılaşmadım.”
“Ben varım.” diye cevap verdim ona. “Bu tür gizemli olaylara karşı büyük ilgi duyuyorum; bilim adamlarının pratik bilimle söyledikleri gibi büyü iddiasıyla ilgili, bu bilginin her bir kolunun başkalarına ışık verebileceğine inanıyorum. Şayet hikâyenizde kişisel olarak size büyük acılar verecek herhangi bir şey de yoksa benim tarafımdan hiçbir nezaketsiz eleştiri ile karşılaşmayacağınızdan ve susturulmayacağınızdan emin olabilirsiniz.”
“Sizi temin ederim.” diyerek konuşmasına devam etti. “Bu hikâyeyi anlatmaya ilk başta bahsettiğim kadar hevesli değilim. Artık, başlarda hissettiğim ve sanırım hepimizi şiddetli bir şekilde etkileyen herhangi bir olayı sık sık ve defalarca başka şeylerle ilişkilendirmemizi isteyen güdüde olduğu gibi; hayatımın en acı olayı hakkında içimde derinden hissettiğim ve arzuladığım sempati ve insan ilgisine dair doğal beklentilerimin tümünü kaybettim. Bununla birlikte, eğer söyleyerek gerçekleşmiş olabileceğine inanabilecek kadar duyarlı insanların yararına etkili bir şekilde kayda geçirebilirsem, özellikle de dünyanın herhangi bir yerinde gerçekleştiğine dair bir kanıt bulabilirsem, bu kadar dikkat çekici bir gerçeği saklama hakkım olmadığını da düşünüyorum. Eğer yarın … Sokağı’ndaki, 999 numaralı odama gelecek olursanız, söz vermesem de zihnimi toparlayarak elimden geldiğince size anlatmam gereken ne varsa anlatabileceğimi ve elimde hâlihazırda mevcut olan kanıtı sunabileceğimi düşünüyorum ki bu deneyimimde olaylara dayanan, kesinlikle önemi olan bir kanıttır.”
O akşamı, konfederasyonun eski subaylarından birisiyle, dostluğu Amerika turumun kalıcı ve değerli sonucu olan bir arkadaşımın ailesi ile geçirdim. Ailenin reisi olan dostuma, Albay’dan bahsettim ve dostum Virginian seferberliğine onunla birlikte katıldığını, karakterine fazlasıyla güvendiğini, onun dürüstlüğüne ve onuruna kefil olabilecek kadar itimat ettiğini açıkladı. Ancak onun girmiş olduğu, özellikle de ölümcül sonuçları olan düellolarını büyük bir pişmanlık ve acı içinde anlattı.
“Eminim.” dedi. “Onları haklı çıkaracak ve kavganın gizliliğini açıklayacak tek bir neden için savaşmamışlardır, bunu yapamazlardı, burada bir kadınının onuruna veya itibarına dair bazı meseleler vardı. Düşmanlarından herhangi birinin, Albay A.’nın kişisel sadakatini herhangi bir şekilde sorgulayabileceğini pek düşünemiyorum; yine de General M.’nin bahsettiği gibi sayıları onların dört katı olan birliklere karşı kılıç ya da silahlarıyla mücadele ederk kişisel cesaretini kanıtlamış, bütün bir tugayın yaylım ateşine tekrar tekrar maruz kalmış ya da tahrik nedenleri her ne olursa olsun savaşmayı asla reddetmemiş olan herhangi birinin moral ya da sinirlerinden şüphe duymak ne kadar saçmaysa onun hakkında bu şekilde düşünmek de o kadar saçmaydı. Üstelik her durumda meydan okuyan da biriydi.”
“O zaman bu düellolar onun Güneyli görüşlerini fazlasıyla yaralamış ve muhtemelen onu toplumdan soyutlamış olmalı, öyle mi?”
“Hayır.” diye yanıtladı dostum. “Savaş sırasındaki hizmetleri o kadar zekice ve kişisel karakteri öylesine yüksekti ki birlikte mücadele ettiği askerlerin hiçbiri onu pişmanlık ya da utanç duyacağı bir toplumsal ayıpla damgalayamazdı. Bana göre her zaman memnuniyetle karşılanacağını biliyordu. Yine de beş yıl boyunca aynı şehirde yaşamış olmamıza rağmen onunla dışarıda sadece üç ya da dört kez karşılaştım ve her karşılaşmamızda mümkün olabildiğince kısa sohbetlerde bulunduk, bana kesinlikle adresini vermedi ya da bizi ziyaret etmesi için yapmış olduğum davetlerimin hiçbirini kabul etmedi. Sanırım onun yapmış olduğu bu düello hikâyesinde asla öğrenilemeyecek, kesinlikle tahmin edilemeyen bir şeyler var. Ve bence, ya duyduklarının kaynağı ya da düelloların bizzat kendisi, ruhunu, belki de vicdanını öylesine rahatsız etmiş ki aslında çoğu düşmanca olan arkadaşlarından kaçmayı seçti. Savaş, onu da sefalete sürüklemiş olduğu birçok Güneyli beyefendi gibi tamamen mahvetmiş olmasına rağmen halkın gözünde itibarını yükseltebilecek iş fırsatlarını da reddetti.”
“Peki, o kadar istisnai derecede hassas duruma düşeceğini varsayabileceğiniz herhangi bir onur kırıcı hadise, ona bu noktada dokunan bir adamın hayatını almasının gerektiğini düşünecek, sonrasında pişmanlık olmasa da yaşadığı vicdan azabından dolayı ruhunun çökeceği ya da kalbinin bu denli kırılabileceği bir husus var mıydı?”
General bir anlığına sessizliğini korudu ve oğlu araya girdi:
“Albay A.’nın genel anlamda konfederasyon subayları arasında en az kavga eden kişi olduğunun söylendiğini duymuştum; ancak bu durum birden fazla vesileyle, bazı noktalardaki ifadesinin gerçekliğini sorgulamak istemeyen, sadece gözleminin doğruluğunu sorgulayan bir yoldaşı tarafından reddedildiğinde, askerî dostları karşılaşacağı büyük sıkıntıları engelleme aşamasında çok zorlanmışlar.”
Ertesi gün, yeni tanışmış olduğum dostumla, kararlaştırmış olduğumuz yerde buluştum ve biraz isteksizce de olsa bana hikâyesini anlatmaya başladı.
“Son seferberlik esnasında, Şubat 1865’te General Lee tarafından Kirby Smith’e gönderildim, sonrasında Mississippi’nin ötesine komuta ettim. Teslim olmadan önce ve içine girmek zorunda kaldığım bazı nedenlerden ötürü, intikamın alınması için Federal Hükûmet tarafından işaretlendiğime inandığımdan geri dönemedim. Eğer başarabilseydim, savaş sırasında bir kez kaçma girişiminde bulunmuş olsaydım, resmî makamları kısa sürede geri çekilmeye cesaret edemeyen Wirz ve diğer iftiraya uğramış kurbanların kaderini paylaşmış olabilirdim. Şayet ben ve diğerleri, bağlı olduğumuz devlet için muhaliflerimizin savaştığı gibi savaşmış, başka hiçbir suçtan dolayı taciz edilmemiş ya da