yarı yarıya unutmuş bir hâlde harikalar diyarına doğru süzülmekteydi. “Olağanüstü!” diye tekrarladı. “Olağanüstü! İyi bir tatil yapacağımı biliyordum ama bu… Bu…”
Işıl ışıl ve berrak bir rüyanın bahşettiği mükemmel bir mutlulukla kendinden geçmişti. Daha önce bilinmeyen topraklardaki bir kâşifin duyduğu hazzı hiç tatmamıştı, hatta bunu hayal bile etmemişti. Sadece birkaç hafta önce Liberal için yazdığı “Keşifler Çağının Sonu” adlı makalesi öylesine iç karartıcı ve moral bozucuydu ki Bay Peeve’i fazlasıyla memnun etmişti. Bu “başarı”sını içinde belli belirsiz bir pişmanlıkla hatırladı.
Dünyalılar dört küçük uçağa dağılmıştı. Bay Barnstaple, yol arkadaşı Peder Amerton ile beraber bindiği uçakta yavaşça yükselirlerken arkasına baktığında, araçlarının şaşırtıcı bir rahatlıkla kaldırılıp hafif kamyonlara yüklendiğini gördü. Kamyonlardan çıkan iki parlak metal kol, -bir bebeğin dadısı tarafından nazikçe kaldırılması gibi- arabaları nazikçe kaldırıyordu.
Bay Barnstaple’ın pilotu -dünyadaki uçuş standartlarına göre-tehlikeli derecede alçaktan uçuyordu. Ağaçların üzerinden değil de daha çok yanlarından geçtiği için -başta biraz korkutucu olsa da- onların etraflarını daha rahat bir şekilde inceleyebilmelerini sağlamıştı. Yolculuklarının ilk zamanlarında aşağılarındaki düzlüklerde daha çok, otlamakta olan bej renkli sığırları ve Bay Barnstaple’a tamamen yabancı, renkleri muhteşem, her tarafı kaplamış bahçe bitkilerini görebiliyorlardı. Bu bitki örtüsünün arasında patikalar uzanıyordu. Bazı yerlerde ise iki tarafında çiçek kümeleri ile meyve ağaçlarının gölgelediği daha geniş yollar vardı.
Bay Barnstaple sınırlı sayıda ev görmüştü, gözüne köy veya kasaba hiç çarpmamıştı. Evler büyüklükleri bakımından çeşit çeşitti; zarif yazlık evler veya tapınaklar olabileceğini düşündüğü ayrı duran küçük binalardan, çatıları ve kuleleri ile ona şatoları veya büyük çiftlikleri yahut mandıraları hatırlatan kümelere kadar. İnsanlar tarlada çalışıyor veya yürüyerek yahut kendi küçük araçlarıyla bir yerlere gidiyorlardı. Ama ne olursa olsun kesin bir şey vardı ki o da arazideki insan popülasyonunun çok az olduğuydu.
Bu sırada Dünyalılar, birdenbire ortaya çıkarak Windsor Kalesi’nin yerini alan karlı dağların ardına geçeceklerini anladılar.
Dağlara yaklaştıkça aşağılarındaki yeşillik, yerini altın sarısı mısır tarlalarına bıraktı ve bitki örtüsü değişmeye başladı. Bay Barnstaple, güneşli yamaçlarda üzüm bağları olduğunu fark etti, ayrıca çalışanların sayısı da artmış, yerleşim yerleri çoğalmıştı. Küçük bölükleri, dağların arasındaki bir geçide doğru geniş bir vadi boyunca uçtuğu için rahatlıkla etrafı inceleyebiliyordu. Önce kestane ağaçları ortaya çıktı ve sonra da çamlar. Dağ yamaçlarında çaprazlamasına yerleştirilmiş devasa türbinler ve endüstriyel amaçla kullanılıyor olabilecek alçak, çok pencereli binalar vardı. Ustalıkla kademelendirilmiş dik, aydınlık ve güzel bir viyadük, dağdaki geçide doğru yükseliyordu. Yüksek kesimlerde kesinlikle insan sayısı daha fazlaydı; ancak sayıları, dünyada benzer bir kırsal yerleşim alanında görülebilecek olandan yine de çok azdı.
Bir tarafında büyük bir buzulun karlı düzlüklerinin uzandığı sarp ve ıssız kayalıkların üzerinden on dakikalık bir uçuşun ardından konferans yerinin bulunduğu yüksek bir vadiye iniş yaptılar. Burası dağın içinde bir tür cep gibiydi; binalar öylesine cesurca ve ustalıkla inşa edilmişti ki dağın bir parçasıymış gibi görünüyorlardı. Bay Barnstaple, vadinin aşağılara uzanan kollarına kurulmuş muazzam bir barajla oluşturulmuş, büyük, yapay bir göle bakıyordu. Bu barajın kenarları boyunca aralıklarla yerleştirilmiş görkemli taş sütunlar, oturmuş insanları andırıyordu. Araç yere indiğinde baraj yüzünden daha ilerilerini göremediği önlerinde uzanan düzlük, Bay Barnstaple’a Po Vadisi’ni hatırlatıyordu.
Setlerin -özellikle de alçak olanların- üzerinde çiçek şeklinde evler vardı ve aralarında patikalar, basamaklar ve küçük havuzlar… Sanki burası büyük bir bahçeydi.
Uçaklar çimenlik bir alana kolayca iniş yaptılar. Yakınlardaki gölün kıyısında, suyun hemen yüzeyinde yükselen bir iskelede canlı renklerle boyanmış bir düzine tekne demir atmıştı…
Köylerin olmadığını Bay Barnstaple’a, Peder Amerton söylemişti. Şimdi de hiçbir yerde kilise görmediklerini ve etrafta hiç çan kulesi veya buna benzer bir yapı olmadığını belirtti. Bay Barnstaple, küçük binaların tapınak veya mabet olarak kullanılabileceğini düşündü. “Din, burada farklı bir karaktere sahip olabilir.” dedi.
“Ve bebeklerle küçük çocuklar ne kadar da az.” diye belirtti yine Peder Amerton. “Hiçbir yerde bir anne ve çocuğunu görmedim.”
“Dağın diğer yamacında bahçesi bir okulun oyun alanına benzeyen bir bina gördüm. Orada çocuklar vardı ve beyaz giysili birkaç yetişkin.”
“Onu gördüm ama benim düşündüğüm bebeklerdi. Burada gördüklerini İtalya’da görebileceklerinle kıyasla. En güzel, en cazibeli genç kadınlar…” diye ekledi saygın din adamı. “En cazibeli… Ama anneliğe dair yine de hiçbir işaret yok!”
Pilotları -bronz tenli, mavi gözlü ve sarışındı- araçtan inmeleri için onlara yardım etti. Sonra diğerlerinin de alana iniş yapmalarını izlediler. Bay Barnstaple, bu dünyanın renklerine ve uyumuna ne kadar da çabuk alıştığını fark ederek şaşırdı; şimdi etrafındaki en tuhaf şey, arkadaşlarının ve kendisinin kılıklarıydı. Bay Rupert Catskill’ın meşhur gri şapkası, Bay Mush’ın acayip gözlüğü, Bay Burleigh’nin kendine has ince yapısı ve şoförünün köşeli deri kıyafetleri ona Ütopyalıların zarif bedenlerinden çok daha şaşırtıcı geliyordu.
Pilotlarının eğleniyorlarmış gibi görünen ifadelerinden, Bay Barnstaple, arkadaşlarının tuhaflığını bir kez daha idrak etti ve ardından derin bir şüphe dalgası ile çarpıldı.
“Sanırım bu tümüyle gerçek!” dedi Peder Amerton’a.
“Tümüyle gerçek! Başka ne olabilir ki?”
“Sanırım tüm bunlar bir düş değil.”
“Sizin ve benim rüyalarımın aynı olması mümkün mü?”
“Evet ama bazı imkânsız şeyler var, kesinlikle imkânsız!”
“Örneğin?”
“Bu insanlar nasıl oluyor da bizimle İngilizce konuşabiliyorlar? Bugünkü İngilizce?”
“Bunu hiç düşünmemiştim. Bu oldukça inanılmaz. Birbirleriyle İngilizce konuşmuyorlar.”
Bay Barnstaple, gözleri şaşkınlıkla açılarak Peder Amerton’a döndü; çok daha inanılmaz bir gerçek ilk kez dikkatini çekiyordu, “Birbirleriyle hiçbir dilde konuşmuyorlar!” dedi. “Ve biz bunu şu ana kadar fark etmedik!”
DÖRDÜNCÜ KISIM
EINSTEIN’IN GÖLGESİ HİKÂYENİN ÜZERİNE DÜŞÜYOR AMA NAZİKÇE YOK OLUYOR
1. BÖLÜM
Bu kafa karıştırıcı gerçeğin -Ütopyalıların, İngilizceye tamamıyla hâkim oldukları gerçeğinin- haricinde, Bay Barnstaple, bu yeni dünyanın bugüne kadar rüyasında bile görmediği bir uyum içinde olduğunu düşünmeye başlamıştı. Öylesine bir uyumluluk ve düzen içindeydi ki gözünde tuhaflığı giderek azalıyor ve buranın yabancı ama uygarlık seviyesi son derece yüksek bir ülke olduğuna dair hissi giderek güçleniyordu.
Kahverengi