açan Bayan Stella, biraz fazla dost canlısı olan iki genç Ütopyalıyı odasından çıkarmak zorunda kaldı.
Kısa bir süre sonra, Bayan Stella’nın odasından yükselen çılgın bir kahkaha ve kadının sevimli ama isterik cebelleşmesinin neden olduğu bir heyecan yaşandı. Genç bir kız, giysilerine özel bir ilgi göstermişti; içlerinde son derece cezbedici ve şeffaf bir geceliğe rastlamıştı. Nedense bu zarif gecelik, Ütopyalıyı çok eğlendirmişti. Bayan Stella, kız, üzerine bu geceliği geçirip dans ederek dışarı çıkmadan önce giysiyi elinden almayı zorlukla başarabilmişti.
“O zaman siz giyin!” diye ısrar etti kız.
“Ama beni anlamıyorsun!” diye karşı çıktı Bayan Stella. “Bu neredeyse kutsal. Hiç kimsenin görmemesi için… Asla!”
“Peki ama neden?” diye sordu Ütopyalı, son derece şaşırmıştı.
Bayan Stella bir cevap veremedi.
Daha sonra onlara sunulan hafif yemek, dünya standartlarına göre, son derece tatmin ediciydi. Bay Freddy Mush’ın endişeleri tamamen giderilmişti; masada soğuk tavuk, jambon ve tabak içinde çok lezzetli bir et vardı. Ayrıca biraz sert ama fazlasıyla lezzetli ekmek, taze tereyağı, nefis bir salata, meyveler, gravyer peyniri ve Bay Burleigh’den “Moselle bile bundan iyisini yapamamıştır.” şeklinde övgüler alan hafif bir beyaz şarap vardı.
“Yemeklerimiz sizinkilere çok benziyor mu?” diye sordu kırmızı şeritli elbiseli kadın.
“Olağanüstü bir kalite!” dedi Bay Mush, ağzı dolu bir şekilde.
“Son üç bin yılda yemekler çok az değişiklik gösterdi. İnsanlar Karmaşa Çağı’ndan çok önce en kaliteli yemekleri bulmuşlardı.”
“Gerçek olmak için çok gerçek!” diye tekrarlıyordu Bay Barnstaple. “Gerçek olmak için çok gerçek!”
Arkadaşlarına baktı; hepsi de yemeklerini memnun bir şekilde, ilgiyle ve minnettarlıkla yiyorlardı.
Eğer Ütopyalıların İngilizcesinin berraklığı bir çekiç gibi kafasının içini dövmese Bay Barnstaple, tüm bunların gerçek olup olmadığını sorgulamayacaktı.
Örtüsüz, taştan masanın başında hiçbir uşak beklemiyordu; beyaz elbiseli kadın ve iki pilot, yanlarında oturuyordu; konuklar ihtiyaçlarını gidermede birbirlerine yardımcı oluyordu. Bay Burleigh’nin şoförü çekingen bir tavırla farklı bir masaya geçmek üzereydi ki deneyimli politikacı onu rahatlattı: “Buraya otur Penk, Bay Mush’ın yanına.” Dostça ama keskin gözlerle onları inceleyen başka Ütopyalılar da yemeğin hazırlandığı, büyük sütunlu, yuvarlak verandaya geldiler; bazıları gülümseyerek ayakta dikildiler, bazıları oturdular. Kimse kimseyle tanıştırılmadı; sadece birkaç sosyal formalite…
“Tüm bunlar çok güven verici.” dedi Bay Burleigh. “Son derece güven verici. Ah, söylemek zorundayım ki bunlar, Chatsworth şeftalilerinden çok daha iyi. O krema mı sevgili Rupert, şu önündeki kahverengi kavanozda duran? Doğru tahmin etmişim. Eğer sakıncası yoksa Rupert? Teşekkür ederim.”
2. BÖLÜM
Ütopyalıların bazıları Dünyalılara kendilerini isimleriyle tanıttılar. Bay Barnstaple, ses tonlarının birbirine çok benzediğini düşünüyordu; kullandıkları kelimeler sanki bir kâğıda basılmış gibi kesin ve belirgindi. Kahverengi gözlü kadının adı Lychnis idi. Bay Barnstaple’ın, kırklarında olabileceğini düşündüğü sakallı bir adamın adı ya Urthred ya Adam ya da Edom’du; adını söylerkenki keskin tonlama yüzünden tam olarak anlaşılmıyordu. Sanki büyük harfli basım duraksamıştı. Urthred, bir etnolog ve tarihçi olduğunu ve bizim dünyamız hakkındaki her şeyi öğrenmek istediğini söylemişti. Bizim dünyamızda sıradan bir eğitimden geçmiş birinden bekleneceği gibi, çekingen değildi; bir finansçıyı veya büyük bir gazetenin sahibini andıran kendinden emin tavrıyla Bay Barnstaple’ı etkilemişti. Ev sahiplerinden, neredeyse hükmedici bir tavra sahip Serpentine de yine bir bilim adamıydı; Bay Barnstaple bu duruma çok şaşırmıştı. Kendini tam olarak anlayamadığı bir şekilde tanıtmıştı. Sözleri ilk seferinde kulağa “atom teknisyeni” gibi gelmişti, sonra oldukça tuhaf bir şekilde “moleküler kimyacı” olarak duyuldu. Bay Barnstaple, daha sonra Bay Burleigh’nin, Bay Mush’a, “Fizyo-kimyager, dedi, öyle değil mi?” diye sorduğunu işitti.
“Bence sadece bir materyalist olduğunu söyledi.” diye cevap verdi Bay Mush.
“Ben de eşyaların ağırlıklarını ölçtüğünü sandım.” dedi Bayan Stella.
“Tonlamaları çok değişik.” dedi Bay Burleigh. “Bazen rahatsız edecek kadar yüksek sesle konuşuyorlar ve sonra birden sesler arasında boşluklar oluşuyor.”
Yemek bittiğinde herkes yeni bir binaya geçti, bu küçük bina mimari yapısından anlaşıldığı kadarıyla dersler ve tartışmalar için inşa edilmişti. Ortasında yarım daire şeklinde bir platform vardı ve bu platformun üzerinde de ders veren kişi için kara tahta görevini yerine getirdiği anlaşılan beyaz tabletler. Tabletlerin iki yanında duran münasip bir yükseklikteki mermer çıkıntılara renkli kalemler ve yazılanları silmek için de bezler konulmuştu. Ders veren kişi bu yarım daire şeklindeki platformun üzerinde dolaşabilirdi. Lychnis, Urthred, Serpentine ve Dünyalılar bu platformun önündeki, yine yarım daire biçimindeki sıraya oturdular; önlerindeki koltuklarda seksen veya yüz kişilik yer vardı. Koltukların hepsi de doluydu ve arkalarında görkemli Ütopyalılardan oluşan birkaç küçük grup ayakta duruyordu. Bay Barnstaple’ın gözüne onların da arkasındaki gölün ışıltılı sularına kadar uzanan çimenlik bir alan ilişti.
Dünyalarına sıra dışı girişleri hakkında konuşacaklardı. Bundan daha makul bir şey olabilir miydi? Başka bir seçenek önermekten daha imkânsız bir şey bulunabilir miydi?
“Hiç kırlangıç olmaması çok tuhaf!” diye fısıldadı aniden Bay Mush, Bay Barnstaple’ın kulağına. “Neden etrafta hiç kırlangıç olmadığını merak ediyorum.”
Bay Barnstaple’ın dikkati boş gökyüzüne kaydı. “Belki de tatarcık veya sinekler olmadığı içindir.” diye cevap verdi. Daha önce kırlangıçlara dikkat etmemiş olması garipti.
“Şşşşş!” diye uyardı Bayan Stella. “Başlıyorlar.”
3. BÖLÜM
Bu inanılmaz konferans böylece başladı. Açılışı Serpentine adındaki adam yaptı. Seyircilerin önünde ayakta durarak bir konuşma yapıyor gibi görünüyordu. Dudakları kımıldanıyor, elleri söylediklerini güçlendirmek için hareket ediyordu; yüzündeki ifade sözlerini kuvvetlendiriyordu. Buna rağmen Bay Barnstaple -açıklayamadığı bir nedenden ötürü- onun gerçekten konuştuğundan şüphe ediyordu. Çok garip bir konferanstı. Bazen adamın sözleri kafasının içinde alışılmadık bir şekilde yankılanıyordu, kelimeler belirsiz ve anlaşılmazdı, tıpkı bulanık camın ardından görülen nesneler gibi. Bazen de Serpentine, dudaklarını kımıldatmaya devam etse ve düzgün ellerini hareket ettirse bile mutlak sessizliğin doldurduğu boşluklar oluşuyordu; sanki Bay Barnstaple, kısa aralıklarla sağır biri hâline geliyordu. Yine de bir konuşmaydı, bir bütünlüğü vardı ve Bay Barnstaple’ın tüm dikkatini çekmeyi başarmıştı.
Serpentine, çok karmaşık bir soruyu olabildiğince basit bir şekilde anlatmaya çalışan biri gibi zorlanmaktaydı. Her savının ardından duraksayarak konuşuyordu. “Uzun zamandır…” diye başladı, “mümkün boyutların sayısının, numaralandırılabilecek diğer her şeyin mümkün olan sayısı gibi sınırsız olduğu biliniyor.”
Evet, Bay Barnstaple anlamıştı; ancak bunun Bay Mush için