hiçbiriyle bilinmediği hâlde öyle güzel düzenlenmiş, öyle akli uygulanmış bir yüksek kurum vücuda getirdi ki bunun benzerini tarih, şimdiye kadar kaydetmemiştir.
Bundan dolayı evrensel bakış açısıyla, genel tarih eksiktir. Tarihin en büyük şahsı, tarih yazarlarının gündemine gelmemiştir. Tarih henüz, taraftarlık ve aleyhtarlığın ortasını bulamamıştır.
Hazreti Muhammed, zamanını, çevresini, ırkını değil; zamanları, çevreleri, ırkları değiştirmeye gücü yetebilen kişi olmuştur. Tarih biliminin yeni kuralları gereğince bir adam, velev bir dâhi olsun, zaman, çevre ve ırk gibi unsurlardan meydana gelir. Ve onların çizdiği sınırlar dâhilinde iş görebilir. Yanlış olmayan ve Hypolyte Taine9 tarafından güzel ve açık bir şekilde kaleme alınarak açıklanmış olan bu kurallar tarihi, Muhammed el-Mustafa çağını incelerken biraz şaşkınlığa uğrar. Hele birçok açıdan doğru olan Doktor Gustave Le Bon, kitlelerin toplumsal evrimini açıklarken geliştirdiği duygusal kurallar konusunda baltayı taşa vurur. Bütün bunların aksine, tamamlanma ve mükemmel hâle gelme, kişisel beceri ve kahramanların cesaretlerine atıfta bulunarak ve her bakış açısından doğruluğu kabul edilmese de İskoçyalı Carlyle’in görüşleri parlak bir örnek ile onaylar.
Tarihimde, gerçekleşen, ara sıra Renan’ın bir mutasavvıf yaklaşımıyla alay etmesine, Taine’in hesaplı analizlerine, Carlyle’in ahmaklık derecesindeki dehalığına, Macaulay’ın eylemsel fikirleriyle karşılaşılacak ise de, peşinen başlamadan önce söyleyeyim ki eserimin yazarı, herkesten fazla, benim. Bir tarih yazarı, geçmişte gerçekleşen bir olayı veya bir milletin ruhsal durumunu incelediği sırada, kişilik özelliklerinden sıyrılmalıdır. Bilimsel görüşleri, son zamanlarda yazarlar arasında başlı başına bir konu olmuştu. Hatta edebiyatta bile Gustave Flaubert, bu yolu düzenlemişti. Fakat bu, kesin bir çerçevede uygulanan bir yöntem midir? Tarih, tam anlamıyla, bir kimya laboratuvarı olabilir mi? Herhâlde geçmişi eleştirmek ve analiz etmek isteyen bir tarih yazarı, eğer bu liyakate hak kazanacak bir değer ortaya koymak istiyor ve bir siyasi maksada hizmet umudu taşımıyorsa, hakikati görmek üzere bir yüksek basamağa çıkmalıdır. Tarih, hakikati keşfetmek için yazılır. Yoksa tarih, sadece kendinden öncekilerin yazdıklarını, kendisinden sonra gelenlere nakletmek üzere kaleme alınmaz. Bugününü, kişisel itibarını arttırmak gibi maksadı olan bir adam, isterse büyük bir iktidar sahibi olsun, tarihçi olamaz. Bu nedenle, Cesare Cantu tarihçi değildir.
Fakat şurası da unutulmamalıdır ki tarih, aynı zamanda bir bilim ve bir sanattır. Etkili olan sanatta ise yazar, bir şeyleri örtme, saklama kurallarına bağlı kalamaz. Geçmişi iade, çağına hak ettiği değeri vermek, sanatın emridir. En hassas ayrıntılarıyla harabeye dönmüş bir sarayı restore etmek, herhangi bir binayı inşa etmekten daha fazla sanat yetkinliğini gerektirir. Birebir kopya etmekte bile, kopya edenin kişisel özelliklerini fark etmek mümkündür.
Bu itibar ile Ernest Renan’ın Hayat-ı Yesu’sunda genel maceraları okunan kişi, Hazreti İsa mıdır, yoksa bizzat Renan’ın kendisi midir? İnsan bazen bu özellikler karşısında tereddütte kalır. Tuhaflık açısından iki fotoğraf klişesini aynı kâğıt üzerine baskı yaparlar. Kopya edilen resimde iki kişinin farklılık işaretleri görülür. Tarih de bunun gibidir. Lort Byron’dan bahsederken, Taine, ne kadar nefsini zorlamaktaysa, kendini biraz da olsa gösterir.
İşte o yüzden, şu tercümeihâl nebeviyyede biz Muhammedî azameti, tarif ettiğimizde biraz da ona olan hayranlığımızı ilave edersek bu eserimizin özrüdür.
Bir besteyi biri alelade çalar ve bir diğeri bu müzik parçasını dâhiyane, benzeri görülmemiş şekilde piyano üzerinde çalarak gösterir. Beste kime ait olursa olsun, duyulan sesin notaları, besteciye özgü ihtiras gibi şiddetli duygularıyla beraber çalanın da kişisel özelliklerini görmek mümkündür. İşte bunun gibi, inceleme sürecimizde, biz ruhsal açıdan da değerlendirmelerimizden asla ayrılmayacağız.
Zaten bütün bütün yalınlaştırılmış, nesnel kalmak uğruna yüksek bir dereceden bakan bir görüşten tarih yazmak imkânsızdır. Taine’in dediği gibi insanı kötülüğe zorlayan öfke, hırs gibi duygusal sorunları içerse de tarih yazmak için ruh, yine kendisine muhtaçtır.
Bu kitapta Hazreti Peygamber’in zamanını, çevresini, soyunu, fikirlerini, duygusal durumunu, dostlarını inceledikten sonra birtakım ruhsal açıklamalara girişeceğiz. Askerî kumandan, hükûmetin reis ve imamı, kanun yapıcı, devletin diplomasi temsilcisi, siyasi yöneticisi, müdür “direktör” ve tedbir alan, ahlaki kuralları düzenleyerek bir araya getiren, kelimenin Kur’an’da kullanılan şekli dışındaki anlamıyla şair, hâkim, birey ve buna benzerleri olmak üzere Muhammed el-Mustafa’nın bütün yönleriyle imkânlar dâhilinde bir portresini çıkartacağız. Bütün bu önemli özelliklerin sahibini tariften sonra en temel noktaya geleceğiz: İnsanlığa kesin sınırları olan dini tebliğ eden Hazreti Muhammed’i inceleyeceğiz. Şurasını söyleyelim ki bu kadar büyük ve birbirinden farklı özellikleri içine alan bir fikir, tarihte hiçbir büyük adamın düşünce dünyasını meşgul etmemiştir. Bu itibar ile Nebi’nin siyeri olağanüstü bir öneme sahiptir. Ve zannetmem ki hiçbir tarihsel zemin bu derecede kendine çeken görüşleri fark edip bunların temeline varma düzeyinde olsun.
Kişisel özellikleriyle Muhammed’i açık olarak anlatmak için biraz da karşılaştırmalı tarihe yöneldik: Hazretlerin övünülesi varlığı, Konfüçyüs, Sakyamoni-Buda, İsa bin Meryem, Pavlus, Luther vesaire ile karşılaştırdık. Bütün bu karşılaştırılan özellikler bir araya getirildiğinde Hazreti Peygamber, vazifesini yerine getiren en iyi süvari nitelikleriyle bütün bu isimlerin arasından sıyrıldı.
Hazreti Peygamber’in uluhiyet hakkındaki fikirlerini inceledik. Nebi’nin genel anlamda samimiyetle ve şahsına ait olan ve özel olmayan resmî fikirlerini karşılaştırmak istedik. Sonuçta Ebu Kasım, ruh bilimcilerin, psikologların belki de ilki olacak şekilde hayretle açılmış gözlerimizin önünde durdu.
Sonuç olarak şakk-ı kamer,10 miraç ve buna benzeyen her bir harika olay ile yüce kudreti görülen İnsanların Efendisi, insan olmak üzere incelenince pek büyüdü ve o vakit, yüce karakterinin insan özelliklerine atıfta bulunulmasının önemi anlaşıldı.
Teessüfle belirtilmelidir ki, Türkçemizde, şimdiye kadar belgelere dayanarak kaleme alınmış birkaç eser dışında, bizim anladığımız tarzda tarih kitabı yoktur. Basılı eserlerin eski olma özelliği, onların belge niteliğinde bir önem taşıdığını göstermez. Yeni eserler de sadece birer evrak koleksiyonu şeklindedir. Cevdet Tarihi11 ruhsuz bir cisim gibidir. Kemal Bey’in basım tarihçesi ise bir hükümdar biyografisi özelliği taşır. Netâyicü’l-vukuât12 onlara nispeten biraz canlıdır.
Hâlbuki geçmişi gözümüzün önünde canlandıracak şekilde kaleme alınmış, tarihteki toplulukların tamamlanma sürecine ne şekilde girdiğini, ne gibi hâllerde reddiyelerde bulunduğunu, bir araya gelme şartlarını öğretecek, değerlendirmelere dayalı tarihçiliğe, millet olarak büyük ihtiyacımız vardır.
Pozitif bilimler ve sanat tarihi ancak, on dokuzuncu yüzyılda layık olduğu önemi kazanmıştır. 1800 senelerine doğru Fransa’da yazılan tarihler genel olarak bir başlangıç özelliği taşıyordu. Ancak Chateaubriand’dan13 sonra Fransa’da tarih yazıldığı kabul edilmektedir. Tarih sahnesinde, Almanya ve İngiltere’de de aynı zamanda bir devrim yaşandı. Nuhustin-şinasi olarak dönemince adlandırılan arkeoloji, son zamanların ürünü bir bilimdir. Mısırbilim “Ejiyptoloji”, Asuriyan “Asuriloji”, Hindoloji “Endiyanizm”