olmuştur. Psikoloji ise genel manasıyla, anatomi ve fizyoloji bilimlerini dayanak alır. Bizden önceki tarih yazarlarımız bunları pek bilemezdi. Latif Efendi ise “zannederim” adı geçen bilimlerin isimlerini dahi duymamıştı.
Bütün engeller ve tarihin ne kadar zorlaştığı, ileriki sayfalarda dikkatli gözlerden kaçmayacak olası hatalardan dolayı, okurlarımızın affını ve geniş hoşgörülerini kazanmış oluruz. Eserde, gerçekleşmiş olaylar ve meydana gelen işler, mümkün mertebe ihmal edilecektir. Bizim için önemli olan hareketlerin tarihidir. Keza bütün hurafeler ve mucizeler kasıtlı olarak terk edilmiştir. İlk önce söylediğimiz üzere eserimizin konusu bir kişilik tarifi olmak üzere Hazreti Muhammed el-Mustafa’dır.
Eğer kitabımızın sonuna gelindiğinde, bu titizlikle gerçekleştirdiğimiz çalışmamıza önem veren itibar sahibi okurlarımız, yazdıklarımızın genel toplamından bir hüküm çıkarmak için zihinlerinde inceledikleri vakit, kalplerinde peyda olacak veya olanı arttıracak Nebi sevgisiyle, bir dakikalığına da olsa dünya nimetlerinden sıyrıldıklarında, güzelliğin ve büyüklüğün bir araya geldiği Muhammedî bir şekil görecek olursa, gücümüz ve mesaimizin yettiğince çalışmamızın en büyük ödülünü görmüş oluruz.
İKİNCİ ÖN SÖZ
Doğu tarihi yazıcıları, peygamberlik tarihi kaynaklarını gözden geçirmek zahmetinden kendilerini kurtarmışlardır. Zaten siyer sahipleri, eserlerini herhangi bir tarih olması için yazmamışlardır.
Siyerlerin en yenisine dahi, doğal olarak, aslı olmayan söylenceler, hurafeler bulaşmıştır. Ve Hicret’ten sonraki beşinci asırdan sonra yazılan biyografi türü tarihler de beklendiği kadar önemli olamaz. Çünkü bunlar, yeni belgeler ve kaynakları keşfetmek yerine, eski rivayet ya da olayları farklı bir üslupla yazmışlardır.
Bundan dolayı, yeni siyerlerin edebiyat dünyasında bir değeri olabilir. Ancak tarihsel önem ve bilimsel değerleri yoktur. Teessüfle belirtmeliyim ki tarih bilimciler, İslam eserleri ile temel tarih eserlerini birbirinden ayırt etmemişlerdir. Bu esas nedenden dolayı, bunların eserleri yöntem, bölümler, değerlendirme, karşılaştırma, tarafsızlık gibi bazı bilimsel meziyetlerden mahrumdur.
İslam tarihi yazarları, siyer söz konusu olduğunda, yalnız olağanüstülükleri görmüş ve tarihsel hakikatleri büsbütün unutmuşlardır. Bununla beraber eski siyer yazıcıları, yenilere nispetle, daha doğru görebilmişlerdir.
Üzülerek belirtilmelidir ki, ilk peygamberlik tarihini yazan Ebu Bekir’in torunu Urve14 ile Zühri’nin15 -her ikisi de içeriden yazmışlardır- eserleri mahvolmuştur. Eğer bunlar elimize ulaşsaydı, hakikatler hakkında oldukça kuvvetli bilgileri elde etmiş olacaktık. Zannederim ki bu iki tarih yazarının eserleri birçok doğruluğu kabul edilmiş sözler içerdiğinden, hurafeleri taparcasına seven karşıtlar onları ortadan kaldırmışlardır. Bahsi geçen eserlerden birçok bölüm, gecikmeli olarak aktarılmışsa da bunlara güvenmek mümkün mü? Bu hususta kesinlikle bir şey söyleyemem.
Bunlardan sonra İbn İshak16 ile İbn Hişâm’ın17 eserleri tarih açısından oldukça dikkat çekicidir.
Bu iki siyer yazıcısının eseri, seçtikleri yöntem, kullanılan kaynaklar ve zamansal öncelikleri nedeniyle önemli bir dayanak meydana getirmektedir. Şu kadarını belirtmek gerekir ki, biz bu iki yazara da bir güven ile başvurmaktayız. Çünkü özellikle İbn Hişâm, eserinde, Nebi’nin zatına uygun olmayan, ona atfedilen sözleri atladığını söylüyor.
William Moir18 bunların lehinde, Doktor Sprenger19 ise aleyhlerinde yazılar yazmışlardır.
Bununla beraber, Avrupalı bilginler, siyer kaynaklarına itiraz etmemektedir. Peygamberlik tarihi çalışmalarına doğru bir görüş geliştirmişlerdir. Biz ise Müslüman ve Batı tarih yazarlarının sözlerine rağmen peygamberlik tarihi kaynaklarının eksikliğini iddia edeceğiz. Zira delillerimiz ihmal edilecek bir derecede değildir.
İlk olarak, siyerlerin aslında resmî bir tarafı vardır. Hakikat, olanca açıklığıyla, özellikle tarafsızlıkla bu küçük kitapta yazılamazdı.
İkinci olarak, siyer yazıcıları tarih yazmak niyetiyle eserlerini kaleme almamışlardır. Bundan dolayı tarih bilimcilere özgü yöntemlerle donanmış değillerdi. Bunların yazdıkları eserler, edebiyat açısından güzel birer hükümdarlık biyografisidir.
Üçüncü olarak, siyerler, dünya eseri olarak kitap hâline getirilmişlerdir. O vakitler ise din ile donanmış olmanın uygun düşmeyeceği görüşler “İslam dışılık” ile suçlanıyordu.
Dördüncü olarak, bir tarih önermesini bilimsel ciddilikte ve konu edinmek için yalnız taraf tutanların ve hatta şiddetli bir sevgi hissedenlerin yazılarına başvurmak her zaman doğru değildir. Hâlbuki taraftarlardan başka hiç kimse, peygamberlik zamanında, Resul’ün tavırları ve ahlakı hakkında bir şey yazmamıştır. Yazılan olumsuz eleştiriler hep ortadan kaldırılmıştır. Tabii ki bunlar herhangi bir öneme de sahip değildir. Başka bir eser mevcut olup olmadığı hakkında bilgi sahibi değilim. Ve zannederim ki o dönemin ileri gelenleri böyle şeyler yazmak konusunda da pek becerikli değillerdi. İslam öncesi Arap Yarımadası tarihine dair elde edilen eserler bile tarih açısından pek o kadar güvene layık görülemiyor.
Beşinci olarak, Hazreti Peygamber’e, vaktiyle yalancı anlamına gelen sıfatlarla iftirada bulunulduğu bilinmektedir. Bu iftiralar nasıl oldu? Ne gibi karıştırma teşebbüsleri gerçekleşti? Peygamberliğin üstünlüğüne ait fikirler ve iddialar nasıl “formüle” edildi? Ne gibi olaylardan sonra sadık Nebi, yalancı olduğuna dair söylentilerin, iftira ve yaylım oklarından kurtuldu? Gerçekleşen olaylara dair siyerlerde tek tük konular açılmışsa da aleyhte iddialarda bulunanların hepsi, aşağı yukarı doğaüstü ve basit hamlelerle üstesinden gelinerek bir yana atılıyor. Bunlara harfi harfine güvenmek bir tarih yazarı için kabul edilemez. Mesela Hazreti Ömer bin Hattab’ın, İslam dinini kabul etmesine dair kısa kronikte her bakımdan şüpheli görülebilecek anlamlar çıkabilir.
Altıncı olarak, nebilik süreci, Peygamber’imizin gönderilişi, vahiy vesaire genel olarak ruh bilimi “psikoloji”ye bağlı konulardır. Ve bundan dolayı herhangi bir kitaptan ziyade, siyer, yücelik konumundan bir ruh bilim tarihi olmalıdır. Hâlbuki hâlihazırdaki siyer, karşıtların ve küffarın miraca ve fikirlere, peygamberlik telkinlerine dair psikolojik büyük bir şeyle karşılaşmıyoruz. Mesela uzun konuları tartışmalar, düzenlemeler sonucunda olduğuna şüphe duyulmayan Ebu Bekir es-Sıddık gibi akıl ve ince fikri ile ruhsal olarak benzer ve tedbir almakta usta bir kişinin İslam dinini kabul etme süreci hakkındaki söylentilerin bize emanet edilen makaleler, doğrusu vicdanımızı tatmin edemiyor. Onun içindir ki kaynakların eksik aktarıldığını iddia ediyoruz.
Vâkidî, kâtibü’l-Vâkıdî (İbn Sa’d), Taberî ve sonrasındakilerden bahsetmeyeceğiz. Bunların İbn İshak ve İbn Hişâm’dan fazla bir belgeye sahip olmaları imkânsızdı.
Bütün bu eleştirilerimize rağmen, söyleyelim ki ilk siyerlerde hakikatin kapladığı alan büyüktür. Heyecanlı karakter yapıları ve dinî coşkunlukları göz önüne alınmazsa, İbn İshak ve İbn Hişâm hakikate oldukça yaklaşmışlardır. Yeniler kadar, kendilerine aktarılan eserlere ve metinlerdeki şiirselliğin tutkunu olmamışlardır.
Yeni siyerler, çevresel koşullar, zaman ve