M. Turhan Tan

Hürrem Sultan


Скачать книгу

sizin nenizim efem?”

      “Aşkım.”

      “Ya siz benim nemsiniz efem?”

      “Aşkın!”

      “Valide Sultan efendimiz, hasekiniz, halayıklarınız, köleleriniz, uşaklarınız da beni böyle mi tanıyacaklar?”

      Hünkâr sustu ve somurttu. Kendini iliğine kadar teshir eden şu oynak kadına evet diyemezdi çünkü ona sunduğu ve ondan karşılığını aldığına inandığı aşk, hudutsuz bir zevk ifade etmekle beraber ne Hürrem’e bir hak temin ne de kendisine bir vazife tahmil edebilirdi. İkisinin kalbi şekerle süt gibi karışmış da olsa sütün aslı başka, şekerin aslı başkaydı ve herkes Hürrem’i halayık, kendisini padişah tanıyacaktı. Aşk, esirle sahibi arasındaki farkı gideremezdi.

      Süleyman, bu hakikati düşünerek susuyordu fakat dizine yapışık duran o parlak alın yavaş yavaş yükselerek gümüş bir levha gibi dudaklarının hizasına gelince dayanamadı, dudaklarını uzattı ve kekeledi:

      “Sana hünkârın gözdesi, göz bebeği diyecekler yavrum.”

      “Başkalarına da öyle diyorlar efem. Ben, beni size bağlayan zincirin adını öğrenmek istiyorum.”

      “Sevgi!”

      “Onu yalnız biz görürüz. Beni, sevenlerin, sevmeyenlerin de görecekleri bir bağla bağlamaz mısınız?”

      Süleyman, tepeden tırnağa kadar sarsıldı, kızın ne demek istediğini anlamıştı ve bu anlayış onun bütün benliğini hayret içinde bırakmıştı. Aşk yolunun ilk merhalesinde nikâha temas eden Hürrem’i şimdi yalnız güzel, zeki, duygulu değil tehlikeli de buluyor ve bir kat daha meshur oluyordu. Çünkü kendisi yaradılış ve terbiye dolayısıyla harp meftunu bir adamdı, bu meftunluk onu tehlike sever bir insan yapmıştı ve Hürrem’de tehlike sezince ona ait sevgisi de tabiatıyla çoğalıyordu!

      Bununla beraber kadının masum bir sadeliğe sarıp ortaya attığı bu mevzu üzerinde durmayı şanına layık bulmadı, bahsi değiştirmek istedi:

      “Sen benim aşkımsın, kalbimin ışığısın. Başkalarının ne diyeceğini düşünme, ne yapacaklarını düşün.”

      “Ne yapacaklar efem?”

      “Önünde eğilecekler, eteğini öpecekler; kulun, kölen olacaklar!”

      “Kula kul, köleye köle olmak? Onlara belki hoş gelir ama beni sıkar efem!”

      Hünkâr, verdiği hazzın bedelini çok başka türlü ödetmek isteyen zeki kadını bir daha ve bütün idrakini kullanarak süzdü, yeni baştan titredi. Öper gibi görünen, yalvarır gibi görünen o gözlerde derin ve pek derin bir kudret yanıyordu. Hünkâr, bu ateşten idrakine bulaşacak yangından korunmak için gözlerini kapadı:

      “Aşk…” dedi. “Dilsizlikten de hoşlanır. Susalım ve sevişelim!”

***

      O gece, sarayda mumlar yorulup uyudu; nöbetçiler yorulup uyudu, bütün hayat uyudu; dört kişi uyumadı: Hünkâr, Hürrem, Hafsa Sultan, Haseki Mahidevran! Süleyman’la sevgilisi yemeği unutmuşlar, içmeyi unutmuşlar, hatta kendilerini unutmuşlardı, yüreklerini kanat yaparak istiğrak âleminde yükselmişlerdi, binbir heyecan merhalesi dolaşarak sabahı bulmuşlardı. Güneş iki genci erimiş bir durumda buldu ve onların dirilişi gerçekten yeni bir doğum oldu. İkisi de başka bir hayata göz açıyormuş gibi tatlı bir hayret içindeydi. Süleyman, dedeler mirası tahtıyla ölçülmesine imkân olmayan yüksek ve pek yüksek bir tahta sahip olmuş gibi ruhi bir irtifa sezerek beyin dönmesi geçiriyordu. Hürrem, göz kamaştırıcı âlemlerin bir erkek kılığına temessülle koynuna sığıştığını sanarak benliğinde hudutsuz bir enginleşme, bir genişleme görüyor, gurur buhranlarına kapılıyordu.

      Hünkâr, yanı başında uzanan kadının mesut bir sersemlik içinde bulunduğunu gördü, taze bir cezbeye tutuldu:

      “Hürrem…” dedi. “Gün doğmuş! Senin yüreğinde bir şeyler doğmuyor mu?”

      O, mahmur mahmur gülümsedi:

      “Benim günüm dünden doğdu efem, bir daha kararmaz o!”

      “Senin günün ne çeşit şey?”

      “Göktekinden daha nurlu, daha güzel, daha kuvvetli!”

      “Aşk mı bu?”

      “Sizsiniz efem! Ben aşkı sizin bakışınızda, sizin konuşmanızda buluyorum.”

      “Demek ki aşkı artık gördün, anladın. Memnun musun bari?”

      “İnsan, karanlıktan ışığa çıkar da sevinmez mi efem?”

      “Sevincini bana da tattır öyleyse!”

      Hürrem’i ona eskisinden yüz kat fazla sevdiren de başkalarının sustuğu yerde konuşabilmesi, başkalarının uyuduğu dakikalarda uyanık görünmesiydi. Şimdi de onun bu hissi inceliklerinden katre katre haz almak ve derece derece sarhoşlaşmak istiyordu. Kadın, bu arzuya karşı uysal görünmekle beraber ilk karşılaşma deminden beri tebarüz ettirdiği “maksatlı davranış” sisteminden ayrılmadı. Zevkin yanında fikri de hareket ettirdi ve Süleyman, hayatı kâinatı unuturken o, bir saniye bile emelinden uzaklaşmayarak eski mevzuya geçti:

      “Şimdi beni kovacaksınız, odama yollayacaksınız değil mi efem?”

      “Odana gideceksin fakat akşama yine gelmek için!”

      “Sizden koca bir gün ayrı kalacağım ya. Yeter bu acı bana!”

      “Ben yüreğinde değil miyim? Niçin ayrılmış olalım?”

      “Ben de sizin yüreğinizde olmalıyım ki üzülmeyeyim.”

      “Bu böyledir Hürrem. İnan ve üzülme.”

      “Beni avutuyorsunuz efem. Yüreğinizde hasekiler var. Onlar bana yer verirler mi hiç?”

      “Aldanıyorsun yavrum. Ben hasekilere şu odada yer verdim ama yüreğime girmelerine izin vermedim.”

      “Odanıza giren yüreğinize de girebilir.”

      “Şimdiye kadar giremediler, yine giremezler.”

      “Buna inanamıyorum, korkuyorum efem?”

      “Seni nasıl inandırayım? Onu da söyle, sıkılma.”

      “Beni onlardan ayırt ederek!”

      “İşte ayırt ettim, seni yüreğime soktum.”

      “Teşekkür ederim. Fakat yüreğinize girdiğimi ben bile görmüyorum. Başkaları nice görür?”

      “Nasıl gösterelim bunu?”

      “Kimseye yapmadığız lütfu bana yaparak.”

      Ve Süleyman’ın ellerine yapıştı, uzun uzun öptükten sonra cesur bir hamleyle fikrini büsbütün açığa vurdu:

      “Beni ‘halayık’ adından kurtar efem! O vakit aşkın yalnız sevinç değil, saadet de getirdiğine inanırım.”

      Kız, kendini azat ettirmek istiyordu, halayık adından kurtulmak için bundan başka çare yoktu. Fakat Hürrem için bin köle ve bin halayık azat etmeyi seve seve kabul edecek olan padişah, onun bu dileğine ulu orta muvafakat edemezdi. Çünkü azat edilmiş bir halayığın gözde mevkisinde kalması kabil değildi. Azat olmak, hürriyete kavuşmak demekti. Hür kadınların ise -meşhur medrese tabirini kullanalım- istifraş edilmeleri caiz olmazdı ve bu gibiler ancak nikâhlanabilirlerdi.

      Hünkâr, ya tamamıyla kendinin olmak veya tamamıyla kendisinden uzaklaşmak isteyen Hürrem’in şu dileğini reddedemiyordu, kabul de. Reddederse onu kendi sevgisinden şüpheye düşürmüş ve üzüp incitmiş olacaktı. Kabul ettiği