M. Turhan Tan

Hürrem Sultan


Скачать книгу

kadın, iliğine kadar işlemiş bir hayretin sersemliğini kekeleye kekeleye şu haberi getirdi:

      “Küçük cariyeniz gelmiyor, gelemem diyor.”

      Süleyman, yanlış duyduğunu sandı, alıklaşacak kadar şaşırdı ve kadının otuz iki dilime ayrılmış saçlarını yakalayarak haykırdı: “Gelmem mi diyor, gelemem mi diyor? Bir daha söyle bakayım melun, bir daha söyle.”

      Kadıncağızın aklı birkaç bin zerreye ayrılmış ve her zerre bir katre ter olup saçlarından bir kılın dibine akmış gibiydi. Muzdarip ve perişan tekrar ediyordu.

      “Gelmiyor, gelemem diyor.”

      Hünkâr, bileğine doladığı otuz iyi örgüyü hırsla çekti, kadının başını insafsızca sarstı:

      “Nasıl gelmez kâfir, nasıl gelemem der habis. Ona iftira edip kanına girmek istiyorsun, değil mi? Dur öyleyse sana iftiranın ne demek olduğunu öğreteyim.”

      Gözü dönmüştü, belinden hançerini çıkarmaya savaşıyordu fakat kırılmış hülyalardan yüreğine ve sarsılmış sinirlerinden bütün benliğine bulaşan ızdırap sebebiyle eli ayağı titrediği için hançeri kınından çıkaramıyordu, gülünç bir telaş içinde bocalıyordu. Kadın, hayatının gerçekten tehlikeye düştüğünü sezerek ağlıyordu, yalvarmaya savaşıyordu.

      İşte bu sırada Valide Sultan içeri girdi, delirmiş gibi görünen oğlunun hançer kabzasına yapışık elini yakaladı.

      “Aman aslanım.” dedi. “Nedir bu hâl? Şimdi inmeye uğrayıp ayaklarının dibine yıkılacağım. Kendinden geçmişsin, sararıp solmuşsun. Cihan bir yana sen bir yana. Bu fani dünyada ne olabilir ki seni böyle zıvanadan çıkarsın, sağken hasta etsin.”

      Süleyman, hızlı bir aksülamele kapıldı, aşkta uğradığı inkisarı ana şefkatiyle tamir etmek ıztırarına kapıldı, ölüm teri döküp duran kadının saçlarını bırakarak Hafsa Sultan’ın ellerine yapıştı:

      “Buraya gelmesini söyletmiştim. Güya gelmem, gelemem demiş, hiç Hürrem bu haltı eder mi? Ben gel derim de koşarak gelmez mi? Şayet gelmezse başının kopacağını bilmez mi?”

      Hafsa Sultan, gamlı gamlı başını salladı:

      “Şu halayığın boş yere kalbini kırmışsın aslanım. Çünkü sana duyduğunu söylemiştir. Hürrem gelmez, gelemez!”

      Süleyman, yeniden alevlenmek üzereyken Hafsa, yüzünü halayığa çevirdi:

      “Hürrem, niçin gelemeyeceğini de söyledi mi?”

      “Söyledi efem!”

      “Ya sen aslanıma niçin söylemedin?”

      “İzin vermediler, celallendiler efem.”

      “Haydi ayak öp, suçunu bağışlat!”

      Hünkâr, yürekleri altüst edecek bir sesle gürledi:

      “Ben kabıma sığmıyorum, yerimde duramıyorum, sen edep, erkân sayıklıyorsun valide. Şimdi ayak öpmenin, öptürmenin sırası mı? Bırak şu uğursuzun yakasını. Ne bilirse söylesin, ben de ne yapacağımı bileyim.”

      Kadıncağız, ölümden kaçar gibi bir telaşla anlattı:

      “Hürrem kız, ‘Efendimizin huzuruna çıkacak yüzüm kalmadı. Ben satın alınmış et parçasıymışım. Öyleyse şevketli hünkârın yanında işim ne? Yüzüm, gözüm de yara içinde, bere içinde. Saçlarım yoluk kopuk. Bu biçimle efendimin yanına gitmekten utanırım. Mübarek gözlerini kanlı yüzümle, hırpalanmış saçlarımla niçin inciteyim?’ dedi.”

      Padişah, hayretten ızdıraba, ızdıraptan hiddete geçiyordu. Bu sözleri dinlerken sararıp kızarıyor, kızarıp bozarıyordu. Hürrem’in ağır bir hakarete uğradığını artık anlamıştı. Müthiş bir kızgınlık buhranına istidat gösteriyordu. Fakat hakaretin derecesini henüz takdir edemediği için köpürüp coşmakta, ihtiyarsız bir teenni gösteriyordu. Zihninde zalim bir endişe de yüz göstermişti. Anasının davetsiz yanına gelişini, haberci kadını öldürmekten kurtarışını, Hürrem işini bilir görünüşünü düşünerek kendini zıvanadan çıkaracak olan vaziyette onun alakası bulunduğundan kuşkulanmaya başlamıştı. Eğer Hürrem’i döven, inciten ve ağlatan anasıysa ne yapacaktı!

      Hünkâr bu çok zalim endişeden hızla kurtulmak istediğinden Hürrem’in ne suretle değil, kimin tarafından dövüldüğünü anlamayı tercih etti ve korka korka sordu:

      “Onu kim dövdü valide?”

      Alacağı cevabın kendisini bütün ömründe ve hatta ahirette bedbaht edecek bir şekilde olmasından ürktüğü için kulağını tıkayacak gibi davranıyordu ve bunu yapamayınca gözlerini kapamıştı. Valide Sultan’ın:

      “Mahidevran!” demesi üzerine içi ferahladı ve dudaklarından bir sevinç sayhası fırladı:

      “Oh, hele şükür.”

      Artık kızmakta, dilediği gibi kızmakta hürdü. Hürrem’i inciten anası olmadıktan sonra tertip edeceği cezanın azametinden endişelenmeye mahal yoktu. Bu sebeple soğukkanlılığını ele aldı benliğindeki coşmak, taşmak ihtiyacını yendi, masum olduğu anlaşılan halayığın küçük bir tebessüm sadakasıyla yüreğini okşadıktan sonra şu emri verdi:

      “Hürrem’e söyle, mutlaka gelsin!”

      Fakat kadın çıkarken bir şey hatırlamış gibi davrandı, “Gel bre alık!” diye geri çağırdı. Sert ve pek sert bir ihtarda bulundu:

      “Demin, Hürrem’e ‘Hürrem kız’ dediğin kulağıma çarptı. Bir daha bu haltı edersen dilini koparırım. Hürrem, kadın efendidir. Ona göre davran, yanına varınca da eteğini öpmeden konuşma. Anladın, değil mi? Haydi yürü!”

      Beş on dakika sonra Kızıl Rusyalı fettan halayık eşiğin önünde göründü. Ne kılığını düzeltmişti, ne saçına başına düzen vermişti Yüzündeki tırmıklardan sızan kanları da yıkamadığı için semavi bir çarpışma sonunda berelenmiş, kızıl çizgilerle bezenmiş aya benziyordu. Fakat bu ay ağlıyordu da. Odaya girer girmez bir elini en yakın bulunduğu duvara dayamış, bir elini kalbine basmış, hıçkırıksız bir ağlayışla gözyaşı dökmeye başlamıştı. Kurumuş kanları sile sile dökülen yaşlar, o beyaz çehreye soluk mürekkeple yazılmış hazin bir arzuhâl biçimi veriyordu. Süleyman, felaketini takrir, uğradığı hareketin tamirini rica için en yüksek kâtipler kaleminden dahi çıkması imkânsız böyle beliğ bir arzuhâl sunan gözdesini kucaklamamak, göğsüne bastırmamak ve yaman bir belagatle derin bir mazlumiyet hikâye eden o seyyal incilerden yapılma satırları diliyle, damağıyla okumaya koşmamak için büyük bir iç zahmeti çekti, yerlere kapanmak isteyen iradesini üzüle üzüle zorladı:

      “Gel bakalım Hürrem…” dedi. “Beri gel.”

      Anasının ve henüz huzurunda bulunan davetçi kadının yanında bir âşık gibi değil, bir padişah gibi konuşmak istiyordu. Fakat sevgilisinin yüzüne baktıkça hele o sessiz gözyaşlarını gördükçe yüreği şahlanıyor, iradesi sarsılıyor ve benliğinde lavlarını püskürmeye müheyya bir yanardağ tekevvün etmeye başlıyordu. Hürrem’in dağınık saçları gibi onun da beyin hücreleri darmadağın olmak üzereydi ve kızın yüzündeki kızıl izlerin her biri yüreğinde kanayan bir eş yaratıyordu.

      Bununla beraber nefsini, hayrete değer, bir ısrarla zorladı, metin ve mekin görünmekte devam etti, üç beş adım ilerleyerek karşısında divan duran sevgilisinin yoluk saçlarını okşamadı, yırtık yüzünü öpmedi, ağlayan gözlerini silmedi, gamlı bir sekinete bürünerek sordu:

      “Ne