gündüz seyahate tahammül edebilirler. Bu yollar yalnız gece hayatını bilirler.
Ay, gökte yükseliyor, hâlâ dağılmayan bulutlar onu zaman zaman gizliyorlar. Meçhul muhafızlar, pek acemice çehreler; ben bu yeni çehreleri, esvapları, eyer ve silah takımlarını, ilk defa olarak görüyorum.
Çıngırak seslerinin düzenli ahengiyle çölde ilerliyoruz: Kalın ses veren büyük çıngıraklar, katırların karnında asılı… Ufak çıngıraklar boyunlarında çelenk teşkil ediyor; maiyetimdekilerden bazılarının da rüya görüyorlarmış gibi pek hafif surette şarkı söylediklerini işitiyorum.
Kervanıma yalnız ve aynı şey oldu… Yalnız ve hatta bütün ki bazen sıra ile uzanıyor, ay aydınlığı altında, kurşunî sonsuzluk içinde, itidal haricinde seyrekleşiyor, sonra kendiliğinden sıklaşıyor, yeniden kesif bir küme hâlinde toplanıyor, o vakit dizler birbirine dokunuyor. Bu insiyakı ayrılmazlık emniyet sağlıyor. Ve yavaş yavaş hayvanları istedikleri gibi yürümeleri için serbest bırakıyoruz.
Gök gittikçe açılıyor; havada o kadar ağır görünen o bulutlar, bu iklimlere mahsus süratle yağmura dönmeden buharlaşıyor.
Şimdi dolunay tam, gökyüzünde tek başına mağrurane parlıyor. Bütün sıcak havayı latif rüzgârla, şualarla dolduruyor. Gözün görebildiği bütün açıklık beyaz aydınlığa gark olmuş…
Bazen inatçı bir katırın gizlice uzaklaştığı ve bilinmeyen bir sebeple bize yanlış bir istikamete saptığı çok vaki oluyor. Lakin ne bir kaya ne de bir ot demeti bulunan bu aydınlık ve parlak uzaklıklar arasında onu, sırtında büyük bir kambur gibi görünen yük ile ve siyah şekliyle teşhis etmek pek kolaydır. Adamlarımızdan biri arkasından koşuyor, yakalayıp burada katırcıların hayvanları çağırmak için çıkardıkları tuhaf ve uzun bir sesle haykırarak getiriyor.
Ve yol çıngıraklarımızın hafif musikisi, tatlı yeknesaklığıyla bizi avutmaya devam ediyor; mütemadi sükûnet içinde bu mütemadi çalgı bizi uyuşturuyor. Katırların boynuna uzanarak hareketsiz yatmış adamların bazıları tamamen uyuyorlar. Bunlar gayriihtiyari iki elleriyle hayvanların boynuna sarılmış ve vücutlarını tamamen bırakmış olduklarından ve uzun çıplak bacakları yere sarktığından en ufak bir şey kendilerini yuvarlamaya kifayet ederdi. Diğerleri dik durarak, şarkı söylemekte sebat ediyorlar. Fakat bunlar da belki uyuyorlar.
Şimdi garip bir intizam ile çizilmiş pembe kum mıntıkaları var; kuru ve balçık toprak üzerinde bunlar renkli çizgiler bıraktığından çölün sahası dalgalı bir örtüye benziyor. Ve ufukta, önümüzde, lakin henüz daha uzakta, daima dik bir duvar şeklindeki o dağ silsilesi aşağıdaki boğucu kıtayı sınırlıyor; o Asya’nın büyük yaylalarının pervazı, hakiki Acemistan’ın, Şiraz ile İsfahan pervazıdır; yüksekte bu öldürücü çöllerin iki üç bin metre üstünde seyahatimizin gayesi bulunuyor, arzu edilen, fakat güçlükle varılan memleket ki zahmet ve meşakkatlerimiz orada bitecek.
Gece yarısı… Birdenbire hafif bir serinlik çıktı. Gündüzün fırın gibi sıcağından sonra bu pek lezzetli idi. Vücudumuzu hafifletti. Pembe ve kurşunî dalgalı sonsuzluk üzerinde hipnoz edilmiş gibi yürüyoruz…
Sabahın saat biri, ikisi… Denizde pek güzel havalarda nöbet geceleri nasıl her şey kolaylıkla geçer ve gemiyi hareketine devam etmeye bırakmak kifayet ederse burada vakitler hakkında fikir kaybediliyor.
Kâh dakikalar saat gibi uzun, kâh saatler dakikalar gibi kısa görünüyor.
Bundan başka sakin denizde olduğu gibi çölde de katedilmiş yolu gösterecek bir nişane yoktur.
Şüphesiz uyuyorum, çünkü bu rüyadan başka bir şey olamaz! Yanı başımda çarşafı ve iki örgülü saçıyla, ayın fevkalade güzel gösterdiği bir genç kız, ufak bir eşek üzerinde gidiyor ve yanımda durabilmek için ufak bacaklarını sessizce kımıldatıyor.
Lakin hayır, bu güzel yolcu hakikaten yanımda… Uyanığım! Öyleyse, ilk bir korku dakikasında, atımın uyuklamamdan istifade ederek yoldan çıkmış ve yabancı bir kervana katılmış olacağı fikri hatırıma geldi..
Bununla beraber, iki adım ötede, muhafız askerlerimden birinin uzun bıyıklarını tanıdım ve önümdeki süvari de benim kervanbaşımdır. İşte eyerinin üstünden dönüp bana en sakin tavrıyla tebessüm ediyor. Sağda, solda başka ufak eşekler üzerinde başka kadınlar bizim aramızda yollarına devam ediyorlar. Bunlar sadece Buşir limanından gelen kadın erkek bir takım Acemlermiş ki, daha ziyade emin olmak için bu gece bizimle beraber seyahat etmek istemişler.
Sabahın üçü… Aydınlık saha üzerinde, önümüzde siyah bir leke zahir oluyor ve büyüyor. Bunlar geniş alanın ağaçları, hurmaları ve yeşillikleridir; bu konak yeridir, oraya geliyoruz.
Bir köyün önündeyiz, uykudaki kulübelerin önünde gayriihtiyari bir hareketle ayağımı yere koydum; ayakta uyuyorum. İyi ve sağlam yorgunluktan o kadar sarsılmışım. Üzeri otla örtülmüş ve içerisi ay ışığıyla dolmuş sanki bir samanlıkta Acem uşaklarım benimle Fransız hizmetçim için aceleyle ufak sahra yataklarımızı kurdular ve kaba parmaklıklı, fakat sağlam kapıyı üzerimize kapadılar.
Bunu hayal meyal görüyorum, yatıyorum ve kendimden geçiyorum.
Gün doğmadan evvel yanı başımda yavaş yavaş konuşan kadın erkek sesleriyle uyandım. Bunlar kapıyı açıp çıkmaya müsaade istemek için tercümanımla gizlice müşavere ediyorlar.
Köy, duvarlar ve kazıklarla âdeta gece hırsızlarına ve yabani hayvanlara karşı tahkim edilmiş gibi görünüyor. Hâlbuki biz tam girişte, yegâne girişte, kapının çatısı altında yatmıştık. Bizi istemeyerek uyandıran bu adamlar, çobanlar ve çoban kadınlarıdır. Sürülerini tarlalara götürmek saatidir. Çünkü şafak yakındır.
Müsaade verilip kapı açılınca hakiki bir keçi ve kara oğlak seli boşandı, dar yoldan geçerken bize sürünüyorlar, yataklarımız boyunca aramızdan akıyorlar. Ve mütemadiyen melemeleri ve toprakta binlerce ayaklarının hafif sesi işitiliyor; bunlar çöl kokuları olan ot ve ahır kokuyorlar. Bu çıkış çok uzun sürdü.
O kadar, o kadar çok ki nihayet kendi kendime sayıklıyor muyum, rüya mı görüyorum, diye sordum. Bunların hakikat olup olmadığını teftiş için kolumu uzatıyorum ve geçerken sırtlarına ve yuvarlak pöstekilerine dokunuyorum. Bundan sonra eşek ve yavrularının takımı geliyor. Onlar da bize dokunarak geçiyor; fakat ben bunu pek iyi fark edemiyorum. Çünkü tekrar uykunun gafletine dalıyorum.
İhtimal bir saat sonra, fakat bu sefer, şakaklarım yanıyor gibi bir hisle uyandım; ayın yerine göz kamaştırıcı güneş gelmişti; doğar doğmaz yakıyor, ellerimiz, yüzlerimiz şimdiden sineklerle simsiyah… Ve yataklarımızın etrafında esmer ve çıplak küçük çocuklar toplanmış, genç ve çok açık gözlerde şaşkın şaşkın bize bakıyorlar.
Hemen kalkmalı, ne olursa olsun gölgeli bir yer bulmalı.
Akşama kadar bir ev kiralıyorum. Bizim için acele boşaltıyorlar. Dövme topraktan yapılmış duvarları çöl rüzgârıyla toz hâline girerek yıkılıyor.
Kirişleri hurma dallarından, çatısı hurma yapraklarından ve bunların sazlarıyla örülmüş parmaklıklı kapı.
Çocuklar birçok defalar oraya bize bakmaya geliyorlar. Bunlar çok küçük, ancak beş altı yaşlarında vardırlar. Çırılçıplak ve bayılırcasına güzel… Bizi selamlıyorlar. Bir şeyler söylüyorlar ve gidiyorlar. Bunlar evin çocukları olacak ki biraz kendi evlerindeymiş gibi davranıyorlar. Tavuklar içeri girmekte ısrar ediyorlar. Nihayet onlara da ses çıkarmıyoruz. Öğle uykusu zamanında keçiler de gölgelenmek için içeri giriyorlar,