Пьер Лоти

İsfahan'a Doğru


Скачать книгу

rağmen izini kaybetmiyorlar. Ara sıra isimler çağrılıyor ve Daliki süvarileri ve biz de dâhil olarak mevcutlar sayılıyor. Sıralar sıkıştırılıyor ve nefes almak için duruluyor.

      Etrafın karanlığı içinde yer altından suların gürültüsü, sellerin gürlemesi ve şelalelerin düştüğü işitiliyor.

      Her taraftan sıcak taş yığınları ile çevresi kuşatılmış bu boğazlarda bir hamam, bir fırın havası var, kükürt madenlerinin kokusunu teneffüs ederek bazen boğulanlar oluyor. Daha tehlikeli geçitler var ki orada granit safhalarından masa biçiminde yarı gömülü taşlar sıralanmış ve aralarında kalan dar ve derin çukurlara bir katırın ayağı kazara girecek olursa, tuzağa tutulmuş gibi kalıyor. İşte bunların üstünden karanlıkta geçmek lazım. Ağır bir dere boyunca beyazımsı toprak üzerinde yürümek için bir saat istirahat… Uğursuz dere ki ne ağaç biliyor, ne saz ne ne çiçek… O ancak, gizli ve lanetli gibi sürünüyor, o kadar derin ki güneş asla oraya inmiyor. O bu saatte yüksek siyah tepelerin baş aşağı görünen hayalleri arasında dar bir gök parçası ve birkaç yıldız aksediyor.

      Ve şimdi işte önümüzde geçit kapanıyor, işte vadi üç dört yüz metre yüksekliğinde amudî bir duvarla bize tamamıyla kapanmış…

      Haydi bakalım, muhakkak yolumuzu şaşırmışız. Geldiğimiz gibi dönmekten başka çare yok. Benim kervanbaşım şüphesiz deli olmuş ki oraya tırmanmak istiyor ve atını ancak keçilerin çıkabileceği bir nevi merdivene sürüyor ve bunun yol olduğunu iddia ediyor!

      Burada benim üç süvari muhafızım kemali nezaketle selamlayarak benden izin aldılar. Daha uzağa gidemezlermiş, çünkü onların yerlerinin hududu burada bitiyormuş. Dünküler gibi bunların da beni bırakacaklarından şüphe ediyordum. Tehdit veya vaat hiç fayda etmiyor. Onlar bizi bırakarak dönüyorlar.

      Vakıa hatır ve hayale gelmeyen bu merdiven bizim yolumuz imiş: buna inanmak lazım. Çünkü herkes böyle söylüyor. Tepeye ve o yaklaşması imkânsız ve esrarengiz Şiraz’a yalnız bu yol varmış, daha üç gece mütemadi yürüyüşten sonra nihayet tepelerin serin ve sıhhi havası içinde belki dinlenebileceğiz. İşte Basra Körfezi’nden İsfahan’a giden büyük cadde!

      Seyahatler ve yollar hakkında biz Avrupalıların fikrinde bulunan aklıselim sahibi bir adama bir kaç at ve katırdan mürekkep bu küçük kafilenin böyle muazzam bir dağın dik duvarına asılmak ve tırmanmak teşebbüsünde bulunduğu gösterilecek olsa Sabbat için Brocken’e doğru yapılan hayali bir hücuma şahit olduğunu zannedecektir.

      Kemikleri kıran bu çıkış ve tırmanış iki meşakkatli saatten ziyade sürdü. Yalnız eyerde tutunabilmek için mütemadiyen jimnastik yapmak lazım ve bir de sevki tabii ve ihtiyat cihetleri fevkalade olan hayvanlarımız devamlı ayakta; ön ayaklarıyla karanlıkta araştırıyorlar, başlarından yukarı yokluyorlar. Sanki pençeleri varmış gibi asılmak için bir çıkıntı arıyorlar ve sonra bir yele hareketiyle kendilerini çekiyorlar. Ve böylece her dakika, bizi kazılan uçurumun üstünde daha ziyade yükseltiyor. Takip ettiğimiz dar yollar pek kısa dolambaçlı ve sert dönüşlü, olduklarından birimiz doğrudan doğruya ötekilerin üstünde ve hepimiz yalçın duvara yaslanmış bulunuyoruz. Şayet öndekilerden biri kurtulup da uçuruma düşecek olsa ötekilerini de beraber sürükleyecek ve bu suretle birçoğu birlikte düşecekler.

      Ayaklarımızın altından kopan ve aşağıdaki boşluk ne kadar ziyade derin ise o nispette uzun çığlar ve şelaleler şeklinde inen bütün bu çakıllar; taşları yırtan, kayan ve tekrar tutunan bütün bu demirli kunduralar umumi sükûnetler arasında büyük gürültü yapıyorlar. Eğer bu memlekette pusuya yatmış haydutlar varsa bizi çok uzaktan işitmiş olacaklar. Hayatı bana emniyet edilmiş olan Fransız hizmetkârımı hiç olmazsa önümde gördükçe atıyla beraber arkamda, aşağıdaki vadilere yuvarlanmadığından emin olmak için öne geçirdim. Bazen bir yük katırı sallanıyor ve düşüyor, o vakit adamlarımız büyük telaşla kaçışın diye haykırıyorlar: Eğer bayırda yuvarlanırken arkasındakileri de beraber götürürse o vakit çiğ bizden ve katırlarımızdan ve bütün hayvanlarımızdan teşekkül edecek.

      Bu yollar asırlarca müddet gece kervanları tarafından kazılmıştır ve izlerinden ayrılmak caiz değildir; bunlar o kadar dar ki iki taraftan sizi sıkıştıran ve dizlerinizi bereleyen kayalar arasında mahsur kalınmış gibidir. Bu müthiş merdivenin en ufak bir kenarı bile yoktur. O vakit bakmamak daha iyidir. Çünkü karanlık uçurumlar hemen ayaklarımızın dibinde açılıyorlar. Bu uçurumların dibi şimdi o kadar uzaktır ki tam boşIuk denebilir. Biz çıktıkça manzaralar yıldızların değişken ziyalarıyla şekillerini kaybediyorlar, değişiyorlar. Kenarları çökmüş geniş sırıklar, büsbütün eğilmiş ve geceleyin her an düşmek tehlikesi gösteren kayalar var. Zaman zaman ağır ve yakıcı havayı bir leş kokusu dolduruyor ve yerde bir ceset yolu kapıyor, evvelki kervanın atı veya katırı ki beli kırıldığından orada kalmış ve kokmuştur. Ya onu atlayıp geçmeli veya tehlikeli bir dolaşma yapmalı.

      İki saat eziyet çektikten sonra nihayet şark tarafında gökte bir aydınlık başladı, Allah’a şükür, ay doğacak ve bizi bu zulmetlerden kurtaracak.

      Ve birdenbire kendimizi yukarıda bularak kurtuluşumuzu ve ansızın serbest ve emin bir toprak üzerinde kavuşulan büyük sükûneti nasıl anlatmalı! Baş döndürücü uçurumlara düşmek tehlikesinden kurtulmak ve aynı zamanda kayalık vadilerin bunaltıcı havasından çıkarak nefis bir serinlikte daha saf bir hava teneffüs etmek! Ovadayız, bin iki yüz metre irtifada bir ova ve aşağıdaki çöl yerine şimdi çiçek açmış kırlar, buğday tarlaları ve iyi kokan otlar var. Yükselen ay bize her yerde haşhaş ve papatya çiçekleri gösteriyor. Geniş yollarla yumuşak toprak ve çimenler üzerinde bir sürü ateş böcekleriyle rahatça gidiliyor. Sanki yakmayan kıvılcımlar arasından geçiliyor.

      Biz burada birinci katta, İran’ın birinci taraçasındayız. Ve ne vakit ileride göğe karşı göğüs veren ikinci Cibal dağlarını aşarsak nihayet Asya’nın yüksek yaylalarına varmış olacağız. Zaten o korkunç merdivenin inilmeyeceğini düşünmek bile bir tesellidir. Çünkü avdetimiz şimalin daha işlek yollarından Tahran ve Bahri Hazer yoluyla olacaktır.

      Bizim önümüzde küçük büyük katır çıngırakları sesleri var: Aksi istikamete giden başka bir kervan ile karşılaşacağız. Konuşmak ve ayın güzel ziyası altında tanışmak için duruyoruz; ve gelen bu yeni kervanbaşı benimkini kendi ismiyle çağırıyor ve sevinçle “Abbasi!” diye haykırıyor.

      O vakit iki adam kucaklaşıyor ve çok zaman öyle kalıyorlar: Bunlar ikiz kardeşlermiş ki hayatlarını yollarda kervan sürmekle geçirirlermiş ve çok zamandan beri birbirine tesadüf etmemişler.

      Bu kadar yorgunluktan sonra şimdiki düzenli hâl ve tam emniyet bizi dayanılmayacak surette uykuya sevk ediyor, hakikaten atlarımızın üzerinde uyuyoruz…

      Sabahın ikisi, kervanbaşım bu gece konak yeri olan Konor Takte’ye geldiğimizi haber verdi.

      Bir hurma ormanı içinde sağlam bir köy; bizim önümüzde açılan kervansaray kapıları, biz içeri girdikten sonra kapanıyor: Bütün bunlar gayrimuayyen surette ve rüyada gibi görünüyor… Ve sonra hiçbir şey; kendini kaybediş ve istirahat…

Perşembe, 20 Nisan

      Konor-Takte kervansarayının beyaz kireç badanalı odasında uyandım. Bir ocak bizim ezelî sıcaklar memleketinden çıkıp kışı olan iklimlere girdiğimizi bildiriyor. Tavanda birçok küçük pembe kertenkeleler uyuyor gibi hareketsiz duruyor. Diğerleri zararsız ve emin bir hâlde yorganlarımızın üzerinde dolaşıyor. Dışarıda kırlangıçların bizim memleketlerde yavru yaptıkları mevsimde olduğu gibi neşe ile haykırdıkları işitiliyor. Pencerelerden bahçelerimizin ufak ağaçları, zakkumlar, çiçek açmış narlar