oturan kadınlar koyunlarının yününü örüyorlar; çok boyalı gözleri, ince simaları ve İran ırkının saf çizgileriyle bu çöl kızlarının hemen hepsi güzel…
Kan ter içinde bir at üzerinde güzel iri bir delikanlı geliyor, bizim evin çehrece ona benzeyen küçük çocukları ona koşuyor, soğuk su götürüyor ve onu öpüyorlar. Bu, onların kardeşi ve ailenin büyük oğludur. İşte beyaz saçlı bir ihtiyar da göründü, bana doğru ilerliyor. Herkes onun önünde hürmetle eğiliyor; onun oturması için mahallenin en güzel halısını yere sermeye can atıyorlar; kadınlar hürmeten yerden selamlarla çekiliyorlar ve onun yanındaki uzun tüfekli ve pos bıyıklı adamlar etrafı kuşatıyorlar. Bu ihtiyar bölgenin reisidir. Yarınki gece için ondan muhafız istemiştim. Akşamdan evvel bana üç süvari bulacağını söyledi.
Saat akşamın yedisi, gurubun bu parlak zamanında harekete karar vermiştim. Bir katır ve bir katırcı daha almaya beni mecbur eden kervanbaşımla uzun uzadıya ettiğimiz münakaşalara rağmen hareket için her şey hazırlanmış idi veya az bir şey lazımdı. Fakat vade-dilen süvariler henüz meydanda yok, onları arattırdım, gönderdiğim adamlar da gelmiyor. Dünkü gibi yola çıktığımız vakit gece olacak.
Yakında saat sekize gelecek. Üç süvari gelmezse gelmesin! Muhafızlardan vazgeçerim; atımı getirsinler, biz gidiyoruz! Lakin artık göze bir şey görünmeyen ve zaten benim adamlarımla dolmuş olan bu küçük köyün meydanı birdenbire meleyerek ağıllarına dönen sürülerin istilasına uğradı, binlerce koyun ve keçilerin neşeli ve zararsız hücumu bizi birbirimizden ayırıyor, şaşırtıyor. Kimi bacaklarımızın arasından, kimi katırların karnının altından geçiyor, her yere girip çıkıyorlar ve daima geliyorlar… Ve bu nihayet bulduğu, meydan boşaldığı ve hayvanlar yattığı vakit başka bir hadise çıkıyor: Atım nerede; onu tutan adam keçilerin hücumu esnasında elinden bırakmış, köyün kapısı açık olduğundan o da kaçmış; arkasında eyeri, boynunda yuları ile açık kumlara doğru dörtnala gidiyor… Bütün diğer hayvanlarımızı bırakarak on kişi peşinden koşuyor. Şimdi bunlar da karışmaya başlıyor. Biz hiç gidemeyeceğiz… Saat sekizi geçiyor. Sonunda kaçağı yakalamışlar, getiriyorlar. Pek hırçın ve sabırsız… Köyden çıktığımız vakit son gece uyuduğumuz kapının çatısının altından geçerken kirişlere çarpmamak için başımızı eğiyoruz.
Evvela etrafımızda büyük hurma ağaçları, her taraftan siyah yapraklarını yıldızlarla dolu göğün üzerine nakşediyor. Lakin bunlar çok geçmeden seyrekleşiyor; vasi ovalar bize yeniden boş muhitlerini gösteriyor. Bölgeden çıkmak üzere iken silahlı üç süvari zuhur etti ve beni selamladı; bunlar benim ümidimi kestiğim muhafızlarım; dünkülerin aynı şekillerde; güzel kıyafetler, yüksek külahlar ve uzun bıyıklar. Karmakarışık surette geçtiğimiz bir geçitten sonra kervanım, ucu bucağı olmayan bu genişlikte, gece hâliyle belirsiz çölün içinde az çok muntazam surette yeniden tamamen teşekkül ediyor.
Bu defaki çorak çöl dünkünden daha az misafirperver; toprak fena, artık emniyet telkin etmiyor; keskin ve göze görünmeyen taşlar hayvanlarımızı sendeletiyor. Yazık ki ayın doğmasına daha vakit var! Uzaktaki yıldızlar arasında yalnız Zühre yıldızı pek parlak ve gümüş gibi beyaz nur ile bizi biraz aydınlatıyor.
İki buçuk saat yürüdükten sonra diğer bir bölgeye geldik ki dünkünden daha çok büyük ve daha ağaçlı. İçerisine girmeden onun uzunluğunca ilerliyoruz. Bütün bu hurma ağaçlarının yakınında bize latif bir serinlik geliyor ve bu ağaçların altından derelerin aktığı işitiliyor.
Saat on bir… Nihayet öndeki dağın, bize her saat yaklaşan İran’ın o muazzam şeddinin arkasında bir aydınlık, kervanların dostu olan ayın doğmak üzere olduğunu haber veriyor. Pak ve güzel ay doğuyor ve dalgalarla nurlar saçarak bize görmediğimiz buharları gösteriyor. Evvelki günler gibi toz ve kum perdeleri değil, lakin hakiki ve kıymetli su buharları ki her şey kuraklık ve perişanlıktan nişan verirken bu ufak mümtaz mıntıkada güya insanların ve fidanların hayatını muhafazaya müvekkil. Onların pek sarih şekilleri var. Sanki karaya düşmüş bulutlardır ki el ile tutulabilir. Onların çevreleri gökte ayın yanında muallak duran havayı ipek çilelerinin uçuk sarı rengiyle münevver ve hurma ağaçlarının kökleri siyah demetler şeklinde dizilmiş bütün yapraklarıyla onun üstünde görünüyor. Artık buna geniş bir manzara denilemez, çünkü toprak kaybolmuştur; hayır, peri Morgane’in bahçelerinden biri ki göğün köşesinde yetişmiştir.
Bölgenin büyük köyü Boracun’a girmeyip, yanından geçiyoruz. Sedef renkli sislerle koyu hurma ağaçları arasında beyaz evleri görülüyor. O vakit bizimle beraber yolculuk etmeyi istemiş olan iki Acem yolcu burada duracaklarını haber verdiler ve müsaade alarak çekildiler. Ya benim üç süvari muhafızım ki o kadar güzel silahlarla kendilerini takdim etmişlerdi, neredeler; onları kim gördü? Kimse…
Onlar, farkına varılmasın diye ay doğmadan evvel kaçmışlar. İşte benim kervanım bu suretle tam lüzumu olan miktara indi: Kervanbaşım, dört katırcım, Buşir’de tutulan iki hizmetkârım, benim sadık Fransız hizmetçim ve ben… Boracun hâkimi için bir mektubum var, onda üç süvari muhafız talebine hakkım olduğu yazılı; lakin hâkim şimdi yatmış olmalıdır, çünkü saat on biri geçiyor ve bütün köy uyuyor gibi görünüyor; çölün ilk dönüm yerinde gene bizi terk edecek olan böyle kaçak adamları muhafız diye toplamak için ne kadar zaman kaybedeceğiz! Mademki dolunay tamamen bizi muhafaza ediyor biz de Allah’a güvenerek yalnızca yolumuza devam ederiz.
Arkamızda çöl arazi, onun yaldızlı bulutları ve esmer hurma dallarının hayalleri uzaklaşıyor. Yeniden çöl… Fakat gittikçe daha korkunç ve cesareti kaybettirecek derecede müthiş çukurlar, hendekler, uçurumlar; toprağı dalgalı görünen kamburlaşmış bir memleket; kırılmış ve yuvarlanan büyük taşlar memleketi ki orada ufak yollar yalnız iner çıkarlar, orada hayvanlarımız her adımda sendeliyor ve beyaz renkli olan bütün bu şey üzerine ayın tam beyaz ışığı düşüyor.
Bitti, derelerden ve yeşilliklerden gelen serinliğe benzer bir şey kalmadı; gece yarısı bile sakinleşmeyen yakıcı kuru sıcağa düşüyoruz.
Sinirlenen katırlarımız artık birbiri ardınca yürümüyorlar; bazıları kaçıyor, kayaların arkasında kayboluyor; diğerleri -ki arkada gecikmişlerdi- yalnız kalmaktan korkarak başa geçmek için koşmaya başlıyor ve geçerken yüklerde şiddetle bacaklarınıza çarpıp sizi yaralıyorlar.
Bununla beraber daima önümüzde duran müthiş Şeddi İran biz yaklaştıkça bütün teferruatıyla görünüyor, bize birbiri üzerinde birçok katlar arz ediyor, ilk katın temeline yakında erişeceğiz.
Burada düşüne düşüne sükûnetle yürümenin imkânı yoktur, hâlbuki düz ve yeknesakta çöllerin letafeti bundadır. Bu müthiş beyaz kayalar tufanında insan kendini kaybolmuş hissediyor, orada atını, katırlarını ve her şeyi gözetmek lazımdır, gözetmek ne olsa gözetmek… Hâlbuki dayanılmaz bir uyku gözlerinizi kapamaya başlıyor.
Birdenbire bir rehavet kollarınızı kaplar, ellerinizi yuları tutamayacak kadar gevşek yapar ve fikirlerinizi karıştırır, buna karşı mücadele etmek hakiki bir ızdırap olur. Her tedbire müracaat olunur, vaziyet değiştirmek, bacakları uzatmak veya hecinlerin üzerinde bedevilerin yaptıkları gibi eyer üstünde ayaklarını birbiri üzerine koymak tecrübe edilir. Yere inmek istenir, o vakit de bu acele yürüyüş esnasında sivri taşlar ayağınızı yaralar, at kaçar ve ancak birbirinizi görebildiğiniz o sonsuz büyük tenhalık içinde, o kaya yığınları arasında birbirinizden ayrı düşersiniz: Velhasıl her neye oturursa otursun at üzerinde kalmalı…
Tam gece yarısında Şeddi İran’ın yanındayız. Aşağıdan yukarıya ve bu kadar yakından bakılınca ne korkunç görünüyor.