Пьер Лоти

İsfahan'a Doğru


Скачать книгу

işte geniş bir yaylaya varıyoruz ki bütün ot kokularıyla doludur. Orada teneffüs edilen ve bizde güzel mayıs akşamlarının serinliğine benzeyen o hafif serinliğe henüz tesadüf etmemiş idik. Azimetimizden beri daima yükselen bu yol ile sanki şimale doğru dev adımlarla ilerliyoruz. Bu yüksek ovada, konak yerine varmadan evvel, dört saat kadar yürüyeceğiz ve geçen akşamlarda dövüştüğümüz kayalıklardan sonra şimdi kolay yollardan pembe çiçekli yonca ve yulaflar içinde yürümek hayretimize mucip oluyor. Mamafih gece olunca pek büyük bir tenhalık içinde bulunduğumuz hissi yavaş yavaş bizi kaplıyor; Avrupa kırlarında böyle fersahlar imtidadınca boş saha ve o kadar sükûnet asla yoktur. Ve birdenbire hatırlıyoruz ki bulunduğumuz yer emin değildir.

      Akşam saat dokuz… Bir sevki tabii ile altıpatlarlarımızı muayene ettik: Yolun kenarında otların içinde oturup bekleyen tüfeklerle silahlanmış beş kişi hemen ayağa kalkıyor ve bizi kuşatıyorlar. Bunlar, seyahat eden eşhası muhafaza için Kazerun köyünden gönderilmiş namuslu bekçiler olduklarını söylüyorlar. Bize anlattıklarına göre, birkaç zamandan beri her gece kervanları soyuyorlarmış, hatta dün gece tam burada altı katırcı soymuşlar. İster istemez iki üç fersah bizimle geleceklermiş.

      Bu bana biraz garip göründü. Bir de yıldızlar onların çehrelerini görmek için kâfi derecede aydınlık yapmıyorlardı. Mamafih onlar daha ziyade namuslu adamlara benziyorlar; birlikte yürümek tekliflerini kabul ettik. Onlar yayan, biz hayvanlarımızın üzerinde adım adım yürüyecektik. Burada nezaket icabı olarak aynı sigarayı ikişer kişi içtik ve konuştuk.

      Bir buçuk saat sonra aynı suretle silahlı ve pusuda yatmış diğer beş kişi otların içinden çıkıp bize geliyorlar. Demek bunlar hakikaten bekçi imişler. Birinciler her biri ücret olarak ikişer kıran1 aldıktan sonra bizi yeni gelenlere emanet ettiler ve sonra büyük selamlarla çekildiler.

      Vakit vakit, sert akan bir dere, takip ettiğimiz yolu daima yeşil otlar içinde bir yandan öte yana geçiyor, o vakit duruyoruz; hayvanların yüklerini indiriyoruz ve onlara su içiriyoruz. Gökte milyarlarca yıldız var ve hava ateş böcekleriyle dolu. Bunlar kıvılcımlara o kadar benziyorlar ki birden her taraftan çıktıklarını görünce hafif ateş çıtırdısı işitilmediğine şaşılıyor.

      Gece yarısına doğru büyük çiçekleri bize temas eden beyaz haşhaşlar ortasında sıra ile yürürken uzakta bazı ışıklar görüyoruz. Sonra duvar çevrilmiş gayet büyük bahçeler; nihayet Kazerun’a geliyoruz. Ve ilk kavak ağaçlarını selamlıyoruz ki onların yüksek dalları gece gökte pek tanıdık surette sallanıyor ve bize nihayet orta mıntakalara vardığımızı bildiriyor.

      Burada kervansaraylara bahçe diyorlar ve ezelî güzel havalı bu cennet gibi havalide seyyahlara istirahat mahalli olarak hakikaten bu bahçeleri arz ediyorlar.

      Kemerli bir büyük kapı bizi geceyi geçireceğimiz duvarla muhat bahçeye sevk ediyor; burası düz yollar ve bütün çiçek açmış portakal ağaçlarıyla hemen bir ormandır. İlk safta şurada burada ikisi bir araya toplanmış ve halılar üzerine oturmuş kervan yolcuları yaktıkları dalların ateşi üzerinde çaylarını pişiriyorlar ve iç taraftaki yollar karanlıkta kayboluyor. Bununla beraber hane sahibi, Avrupalıların yerliler gibi açık havada portakal ağaçları altında uyuyamayacaklarını takdir ederek kurma karyolalarımızı girişteki büyük kemerli kapının üstünde ufak bir odaya çıkartıyor ve orada uyku hemen bizi kendimizden geçiriyor.

Cumartesi, 22 Nisan

      Ufak odam bütün kervansaraylarınki gibi bomboş ve tarif olunamayacak derecede pisti. Doğan güneş onun dumanı ile siyahlanmış ve Acemce yazılarla doldurulmuş duvarlarını meydana çıkarıyor; zemine her türlü süprüntüler, salata yaprakları ve baykuş tüyleri dökülmüş. Lâkin üzerinde ot biten çatının aralıklarından, harap duvarların deliklerinden, altın ışıklar, portakal çiçekleri kokuları ve kırlangıçların şarkıları giriyor… O vakit yerin ne ehemmiyeti var? Mademki hemen aşağı inmek ve bu letafete kavuşmak mümkündür.

      Aşağıda çok güzel bahçe çalı kuşlarının çılgın nağmelerinin aksettiği eşsiz göğün altında sabahın bütün ihtişamıyla parlıyor… Hayat verici ve aynı zamanda ılık ve nefis bir hava teneffüs ediliyor. Kaba yapraklı büyük portakal ağaçları siyahımsı mavi renkteki gölgelerini yayıyor ve toprağı çiçekleriyle süslüyorlar. Bu gece bahçede, yollarda güzel Yezd ve Şiraz halıları üzerinde yatmış olan bütün kervansaray halkı neşeyle uyanıyor. Onlar da bizim gibi ancak güneş batınca yola çıkacaklar. Demek ki bütün günü bu kapalı, serin ve güzel bahçede geçirmek ve birbirimizi tanımak zaruretindeyiz.

      Çok geçmeden şehirden börekçiler ve çaycılar geliyor. Semaverlerini, ufacık yaldızlı kadehlerini gölgeye yerleştiriyor, uzun marpuçlu kalyanları hazırlıyorlar. Bunlar İran’a mahsus nargilelerdir ki dumanı uyutucu bir koku neşreder.

      Civarda atlarımız ve katırlarımız otlarken biz ve tesadüfi yol arkadaşlarımız, dallar altında tütün içmek ve yarı uyku hâlinde tefekkürata dalmakla büyük bir istirahat içinde vakit geçiriyoruz, birbirimize çay ikram ediyoruz. Bu çok şekerli çay, Acemlerin alışık olduğu içkileridir. Hele dışarıda güneşin parladığı ve Kazerun’u kuşatan dağları ateşle kavurduğu sırada burada loş yeşillikleri muhafaza eden portakal ağaçları altında öğle vaktinin sükûneti pek latiftir.

      Ufak kervanımın adamlarıyla hep birbirimizi tanımıya başlıyoruz; kervanbaşım Abbas ve kardeşi Ali benim yol ve sohbet arkadaşım oldular; her şey gittikçe kolaylaşıyor, her akşam toplanma ve hareket hazırlıkları daha kolay oluyor ve bu sağlam göçebe hayatına, daima karanlık gece yarısında yorgun ve bitap geldiğim sefil ve her vakit değişen barınacak yerlerde bile ne çabuk alışılıyor!

      Saat dörtte bu portakal ağaçları altında rahatça tekrar hareket tedariklerine başlıyoruz.

      Bizi seyredenler yerde kaylanlarını içen iki üç kişi ile bir o kadar meraklı çocuk ve hesapsız kırlangıç kuşlarıdır. Haydutlardan dolayı, köyden verilen iyi silahlanmış dört muhafız bizimle beraber ve sıra ile birbiri peşinden yürüyorlar. Bu güzel bahçenin girişi olan yıkık ve kara kemerin altına giriyoruz.

      Öncelikle dün akşam görmediğimiz Kazerun’u boydan boya geçmek lazım. Eski zamanın bu ufak şehri, kavak ağaçları ve hurmalıkları ortasında kımıldamaksızın duruyor. Giderken çiçek açmış yüksek otlar arasında çocuklar, büyük adamlar gibi uzun esvap ve yüksek siyah külahlar giymiş, küçücük oğlanlar, karaca yavrularıyla oynuyor, papatya ve yulaflar içinde yuvarlanıyorlar. Birkaç ufak beyaz cami kubbeleri, evler çok kapalı ve damlar, çayırlar gibi çiçekler, otlarla bezenmiş taraça şeklinde… Eski kemerli kapılar ve yüksek duvarlar ile bahçeler bahusus portakallıklar, yollarda dolaşan silahlı güzel süvariler var. Lakin kadınlar esrarlı ve matemli hayaletlerdir. Çehrelerini ve vücutlarını örten siyah çarşaf daima sarı veya yeşil renkte bol şalvarlarını ve aynı renkte çoraplarını ancak gösteriyor. Şimdiye kadar yalnız yüzleri açık gezen köylü kadınları görmeye alışmıştık.

      İlk defa olarak biraz zarif kadınlar tanımak için bir şehre giriyoruz.

      Hâlâ yeryüzünde öyle memleketler vardır ki buhar nedir; fabrika nedir; duman nedir bilmezler, acele ve sürat ve demir onların meçhulüdür.

      Gelişim musibetinden kurtulmuş bütün bu gizli köşelerden en sevimlileri biz Avrupalıların nazarında Acemistan’da bulunur. Çünkü orada ağaçlar, fidanlar, kuşlar ve ilkbahar bizim memleketteki gibidir. Çoğunda memleket değişikliğinin farkına varılmaz, ancak şurası var ki asırlarca geriye gidilmiştir.

      Bulunduğumuz mevkinin yüksekliğini unutmuştuk birdenbire sağımızda uçurumlar açıldı. Bizden çok alçakta diğer geniş bir