Nadire Hanım’ın güzelliğinden, zarafetinden birçok erkeğin istifadeye kalkışacağına şüphe yoktu. Kimi el yazısını isteyecek, kimi resmini dilenecek, kimi sesini işitmek niyazına girişecek, kimi de kendisine evlenme teklifinde bulunacaktı.
Bal, sinek; yağ, karınca çağırır! Parayla şöhrette de biraz yağ, biraz bal bulaşıklığı vardır; etraflarına daima koyu bir kalabalık toplarlar. Süruri Bey, bu hakikati bilenlerdendi. Binaenaleyh, vakit geçirmeyi zararlı gördü. Hayalinde yaratıp yaşattığı güzel kadına hemen bir mektup yazmayı tasarladı.
Bir işi tasarlamak kolay, yapmak, ekseriya güçtür. Böyle olmasa hayal ile hakikatin farkı kalmaz ve tabiatın insanlara hülya gibi bir teselli hazinesi vermesinde hikmet bulunmazdı. Süruri Bey de, bu ölmez hakikatle karşılaşmıştı. İsmini ilk defa gazete sütunlarında gördüğü bir kadın için mizacına uygun bir şekilde çarçabuk bir yüz ve bir endam yarattığı, o hayalî mahluk ile enikonu alışkanlık tesis ettiği, hatta öpüşüp koklaştığı hâlde mektup yazmak meselesine gelince bocalamıştı.
Ne yazacaktı, nasıl bir yol bulacaktı ve bilhassa coşkun aşkını nasıl tasvir edecekti? İlk lahzada zihnine çarpan bu müşküllerin arkası da vardı. Nadire Hanım, kızoğlankız mıydı, evli miydi yoksa dul muydu? Bakire ise babasını, kardeşini; evli ise kocasını, dul bulunduğu takdirde de işine bakan erkeği hesaba katmak icap ediyordu. Yazılacak mektup o çeşit çeşit erkeklerden herhangi birinin eline geçerse bir rezalet kopabilirdi. Kızına veya karısına damdan düşer gibi, name gönderen erkeğin bu hareketini hoş görecek baba veya koca nadir bulunurdu. O hâlde şu ilanıaşk işinde bu mühim noktayı da düşünmek lazımdı.
Süruri Bey hayli düşünüp taşındıktan sonra, mektubu yazmak işini daha mühim gördü, o sıkıntılı noktaları bir tarafa bıraktı ve yazı masasının başına geçti. Şimdi yazıyor, durmadan düşünmeden yazıyordu. Kelimelerden bir hamlede satırlar ve satırlardan üç beş dakika içinde sayfalar vücuda geliyordu. Sanki beyninde bir ilham şelalesi infilak etmişti ve o feyyaz çağlayanın berrak suları, tükenmek bilmeyen bir akışla kâğıtların üstüne dökülüyordu.
Bu suretle, yirmi yirmi beş kâğıt doldurmuştu. Güneş batarken bu akış kesilmiş ve mektup bitmişti. Muhteşem eserini gurur ile temaşa eden kudretli bir mimar gibi o da memnun ve bahtiyar, önündeki kâğıt yığınına bakıyordu.
Müsveddelerini gözden geçirmekte acele etmiyordu. Sıra sıra kelimeler, nefis bir sanat eserinin etrafındaki zarif nakışlar gibi gözlerine haz ve yüreğine sevinç veriyordu.
Süruri Bey, uzun bir müddet, bu vaziyeti muhafaza etti ve sonra yazdıklarını yüksek sesle okumaya başladı. Kelimeler, şakrak birer nağme gibi, kulağında hoş bir yankı uyandırıyordu. Okuduğu sanki bir mektup değil, ayrıntılı bir beste idi. Musikinin bütün incelikleri işte bu şatolarda, samimi ve mütecanis5 bir çalkanışla akıyor, akıyor, akıyordu.
Delikanlı, bu eserini de beğendi. Artık şu mektubu Nadire Hanım’a göndermekten başka bir kaygısı yoktu. Tatlıdil mecmuasının bilmece birincisine herkesten evvel bir kaside takdim etmek, bir gönül musikisi dinletmek istiyordu. Mecmuanın Nadire Hanım’a hediye edeceği şık tuvalet takımının yanında bu mektup ne kadar yakışık alacaktı! Sarışın güzelin, zekâsına mükâfaten verilen hediyeye baktıkça haklı bir gurur ve güzel kokulu bir çiçek demetini andıran bu hoş mektubu eline aldıkça da derin bir iftihar duymaması mümkün müydü?
Süruri Bey, şimdi sabırsızlanıyordu. Her kelimesinde ahenkli bir nükte titrediğine kanaat getirdiği “name”sini hemen sevgilisine yollamak istiyordu; fakat gün batmış, posta gişeleri çoktan kapanmıştı. İster istemez sabahı beklemek lazımdı. Ancak gün doğduktan, resmî daireler açıldıktan sonradır ki bu aşk delili, bu nağme buketi yola çıkarılabilecekti.
Delikanlı, içini çeke çeke bir tarafa oturdu. Sarı saçlı Nadire Hanım’ı kafasının içinde ayağa kaldırıp gezdirerek ve onun zarif kıvranışlarını yutkuna yutkuna seyrederek güneşin doğmasını beklemeye koyuldu. Bütün bir gece süren bu buhranlı bekleyiş devresinde sık sık mektubunu da okudu. Her okuyuşunda eserinin yüksek bir kıymet taşıdığına inanışı ziyadeleşti, bu suretle ızdırabına biraz sükûn, hülyalarına kuvvet geldi; bazen koltukta, bazen ayakta ve bazen ayna önünde sevgilisiyle latifeler yaparak, yazdığı mektubu birkaç defa da ona okuyarak oyalandı.
İlk horoz sesiyle beraber o, sokaktaydı, en yakın posta gişesinin önünde kaldırım kulaçlıyordu.
Hacı Hafız Nesimi Efendi, Sahaflar Çarşısı’nda ele geçirdiği -baş tarafı kopuk, son sayfaları düşük- bir kitabı okumakla meşgul idi. Bu eksiklikler, kitabın eskiliğine adil bir delil idi. O, böyle bir kitap yakaladığından dolayı ne kadar memnun ise kitabın gayet garip şeylerden bahsettiğini görmekle de o derece şaşırmış idi. Kır kaşlarını çatmış, gözlüğünü burnuna yerleştirmiş, merak ile incelemeye dalmıştı.
Kendisi ilm-i sima,6 ilm-i simya, tarih, hikmet gibi şeylerle senelerce uğraşmış, yüzlerce kitap okumuş, bilgisine ve bilgiçliğine itimat hasıl etmiş bir adamdı. Fakat insanların nasıl türediğini, nasıl ürediğini ispata yeltenen bir ilmin tedvin olunduğundan o güne kadar bihaberdi. Şimdi bu küçük cehlini de gidermek fırsatını buluyordu. Çünkü elindeki kitap, öyle bir ilme ilişkindi ve o dakikada okuduğu satırlar, “mebhas ül-kıhıf”ı7 ihtiva ediyordu.
Mebhas ül-kıhıf, yani kafatası bahsi! Yetmişlik ihtiyar satırları süzdükçe ciddileşiyor ve saniye başına çoğalan bir merak içinde düşünüyordu. Kafaların şekil ve hacmiyle zekâ arasında bir münasebet bulunduğunu öteden beri kendisi de biliyordu. Büyük baş, ya kemik iriliğine ya beynin sululuğuna yahut da zekâ çokluğuna delalet ederdi. Ancak kafataslarının istiabi8 hacimlerinin ölçüldüğünü işitmemiş, hele kafaların darlığından, genişliğinden milletlerin ırki kabiliyetlerine, manevi fazilet veya alçaklıklarına intikal edilebileceğini asla düşünmemişti. Lakin elindeki kitap, bu hususta tecrübeye dayanan hükümler veriyor, deliller gösteriyordu. Kafalarının ilmî vasıtalarla ölçülebileceğini, her kafanın istiap hacminin tayin edileceğini söylüyor, sıra sıra misaller zikrediyordu. Meçhul müellif, kafa ölçmek usullerini de sayıyordu. Bir kuru kafatasının su ile yahut kumla, bazen de hardal tanesiyle doldurulup istiabî hacminin tayin olunacağını anlatıyordu. Gene o meçhul müellifin rivayetine göre medeni ırkların kafalarıyla vahşilerin kafaları arasında genişlikçe büyük bir fark vardır. Vahşilerin kafaları ya pek büyük ya pek küçüktür. Vasati hat, “1400” santimetre kare olması lazım gelirken bazı vahşilerin “1800” ve bazılarının da “1000” santimetre kare büyüklüğünde kafa taşıdıkları görülmüştür!
Hacı Hafız Nesimi Efendi, pek tuhaf şeylerden, pek ince hesaplardan bahseden kitabı dizlerinin üstüne koydu, okuduğu sayfanın arasına bir kâğıt yerleştirdi, gözlüğünü alnına kaldırdı:
“Acayip!” dedi. “Cevherin kıymeti mahfazasının şekliyle, hacmiyle mi ölçülür? Mahfaza ister büyük ister küçük olsun iş cevherde! Ya kafanın hacminden seciyeleri istidlal etmek9 ne gülünç!” Müteakiben gülümsedi:
“Mamafih.” dedi, “Düşündürücü bir mesele, ihmal etmeye gelmez, hemen tecrübe etmeli. Bakayım, vasati hat, bizim evde hangi kafaya nasip olmuş ve aşçı Karanfil’in başıyla bizim kafalar arasındaki fark, kaç santim? Bilahare seciyeler üstünde de tetkikat yaparım.”
Otuz seneden beri o evde boğaz tokluğuna çalışan zenci Karanfil Kalfa’yı çağırmak