Karçınzade Süleyman Şükrü

Seyahatü'l Kübra


Скачать книгу

Bakan İzzet Bey’e takdim ettiğim dilekçe esnasında normalde kimseye yüz vermeyen bu zat beni beş dakika kabul edip beş dakika mülakat yaptı. Ardından “Öz geçmişini ver de boş bir yere seni gönderelim.” tarzında okşayıcı ifadelerden sakınmayarak gönlümü aldı. Sınav için önce yazışmaya sonra da fen ve diğer kalemlere gönderildim. Bu işlemlerin ardından sicil kalemine yazılı evrakı yanıma alarak Yeni Cami yakınındaki büyük Postahane’ye gitti. Merdiven başında karşılaştığım odacılardan birisi sicil kalemini gösterme iyiliğinde bulundu. İçeriye girdim. Etrafa dikkatle bakınca Sultan Mustafa dönemindeki hizmetlilerin mezarlarından kalkarak bu kaleme toplandıklarını düşündüm. Devletimiz çağdaş postanelerin birliğine dâhil ve zamanın ihtiyaçları anlamında gayet ilerlemiş olması düşünüldüğünde her yıl yenilene ve daha profesyonel bir hâle gelen uygulama ve kuralların görmekten uzak ne kadar köhne memur var ise zavallı Bakanlık elinde tutmak durumunda kalmış. Neticesinde, fikir ve beden bakımından hızlı memurlara ihtiyacı olan görevlerden uzak tuttuğu yadigârları bu kalemde toplamış. Masası en başta bulunmasında anlaşıldığı üzere kalemin kâtibi olduğu izlenimi veren esmer yüzlü, uzun boylu, iri kemikli, yaklaşık olarak elli yaşlarında zayıf ve çok konuşkan olan adam önünde bulunan süslü ciltli defteri eli ile yazıp burnu ile bir taraftan da masal anlatıyordu. “Burası hikâye yeri değil, resmî bir yerdir. Yazı işleri hamallığa benzemez. Görüyorsunuz ki fikren meşgulüz. Allah aşkına laklaklığı bırak. Dırdırı kendi yoldaşlarınla başka yerde yap.” şeklinde mahiyeti babalığı susturmaya cesaret edemez. Bunu yerine bıyık altından gülerek hatırı için dinlemektedirler. Her satırda birkaç defa yaptıkları yanlışlığı yalaya yalaya defterleri benek benek karalıyorlardı.

      “Tomrukcubaşı iftiraya uğrayıp açığa çıkarıldığı zaman Ağakapısı’na giderek Sekbanbaşı’ya takdim ettiği bir çift gümüşlü ferman kabı (kubur) pek makbule geçmesi üzerine memuriyetini birkaç gün içerisinde tekrar elde ederek düşmanlarını çatlatmıştır. Şimdi nerede bu gibi akıllı adamlar? Hey gidi zamanlar hey!” tarzında bu fena adam tarafından bilgiç adamlara özgü bir övünme ile yaptığı safsataların ardı arkası kesilmiyordu. Bu nedenle elimdeki evrakı alıp işlemeye koyması saatler aldı. İki şeyi birbirinden ayırt etmekten âciz, dairedeki yazıları temize çeken kâtibin gözlüklerindeki camlardan birisinin yere düşmesi imdadıma yetişti. Bu geveze şimdi de hikâye gevelemekten tamirciliğe geçiş yapmak durumunda kaldı. Bu esnada şükür mahiyetinde genişçe bir nefes aldım. Çünkü bu nedenle içlerinden biri elimdeki evrakı aldı ve işlemi tamamladı. Hatırladığım kadarıyla ismi Mustafa Efendi olan bu tımarhane kaçkını temyizcinin arkadaşları gayet sakin kişilerdi.

      Ara vermeden kullanılan baş ağrıtıcı birtakım lafların her cümlesinde, “Fikrim sendedir.” manasına “Evet, evet.” tarzında tasdik kelimesi kullanılıyordu. O esnada eğer bir evet eksik söylense o geveze herif hemen “İşitebildiniz mi efendim?” sorusunu basardı. Buna karşın o zavallılar çakal gibi ağız birliği içerisinde “Evet!” diye bağırırlardı. Bu kelimeyi sürekli kullanma mecburiyetleri vardı. Sicil kaleminin o zamanki gülünç hâli hiç aklımdan çıkmıyor. İşleme konulmuş evrakı elimden alan kişi öz geçmişi düzenlemek için biri basılı diğeri müsveddelik iki parça kâğıt verdi. Ardından basılı kâğıtta bulunan cevaplar sütununa diploma ve benzeri evraklarımı yazmamı istedi. Ardından bunları, birer örneklerini çıkartmaları için adaşlarına dağıttı. Bu sırada gözlük tamirini tamamlayan temyizci efendi sertçe bir enfiya çekti. Ardından, bitmek bilmez sözlerini ve o ömür törpüsü nakaratını daha uzun bir ayrıntıyla tutturmasın mı? Saatlerce beklememe rağmen hâlen daha işimi tamamlatamayacağımı anlayınca artık insanlıktan çıkmıştım. Bu esnada “Fesuphanallah!” cümlesini açıktan söylemiş oldum.

      Mecburen yapmak durumunda kaldığım bu hiddet göstergesi sonrası safsatacı temyizci hikâyesine ara verdi. Buna canı sıkıldığı için çürük gözlüğünü iki eliyle tutarak pis yüzlü bir şekilde:

      “Ne söylüyorsunuz?” karşılığı verince “Arkadaşlarınızın söyleyemediğini söylüyorum. Allah aşkına insaf edin. Burası resmî bir yerdir. Lüzumsuz hikâyeleri ve gülünç masalları anlatarak beni burada saatlerdir beklettin. Sarayda tebdili kıyafet yaparak buraya bir kişi gelse durumunuz ne olur? Evrakçının evrakını saklayan biri olduğunu bilmemeleri sebebiyle buradasın. Akşamlara kadar bitmeyen kocakarı hikâyeleri de ne oluyor? Herkesin kafası ananın tuz kapağı değil. Boşa geçen saatlerin senin için bir önemi olmayabilir. İşi olanların bir dakikasının bir seneye karşılık geldiğini bilmelisiniz. Benim işimi bitir de faydasız sözlerini ve masallarını senelerce sarf et. Eğer ki susmazsan tahtasızlığını Bakan Beye ve hatta karşıma çıkan herkese eksiksiz bir şekilde anlatırım.” şeklinde çıkıştım. Bu sayede sesini kesti. Memurluğa daha yeni heveslendiğim için ayrıntılı olmayan öz geçmişi hemen düzenledim. Ortaya çıkan evrakın bir örneklerini yapıştırmak için çok sayıda damga puluna ihtiyaç oldu. Üzerimdeki paranın yetmemesi üzerine işi sonraya bırakır isem bu temyizcinin masallarını tekrar dinlemek zorunda kalacağım için evrakların çoğunu eklemekten vazgeçmek zorunda kaldım. Hatta bir bakıma İmam Zeynelabidin Efendimiz hazretlerinin temiz neslinden geldiğime dair evrakı da ne yazık ki çıkardım. Cevap kısmına “Bildiğim hiçbir nesle kaydım yoktur.” kaydını yazarak bu sıkıntıyı geçiştirdim. Yani işi sonraya bırakmadan halletmiş oldum. Dilekçenin sivil kalemi tarafından resmî işlemleri tamamlandı. Ardından seçim komisyonuna havale edildi. O zaman Bakanlıkta merhametli, şefkatli, kıymet bilir ve değerli adamların eksik olmadığını havale tarihinden kısa bir zaman sonra Pozantı Merkez Memurluğu’na görevlendirdiler. Bu esnada babamın hastalığını haber aldım. Bir saat evvel Eğirdir’e yetişip babamın yüzünü görmek arzusuyla Pozantı’nın nasıl bir yer olduğunu bile incelemeden tevekkül ederek kabul etmek zorunda kalmıştım. Yazılı emri aldığın zaman teşekkür etmek amacıyla Bakan İzzet Bey’in eteklerine kapandığım esnada bana: “Ben ilk görevlendirildiğimde iki yüz elli kuruş ile atandım. Padişahımız sayesinde şimdi Bakanım. Sen üç yüz seksen kuruş ile atandın. Sadakat ile çalış. İnşallah karşılığını alır ve yükselirsin.” şeklinde nasihatte bulunmuştu. Allah bu merhumun kabrini cennete dönüştürsün.

      İstanbul’da bulunduğum zaman içerisinde Divan-ı Harp Deniz Başsavcısı Reşit Beyefendi hazretlerinin bana göstermiş olduğu ilgi, baba gibi insanlık ve şefkat unutulur cinsten bir iyilik değildir. Züht ve takvasına, ilim ve irfanına diyecek bir sözüm olmayan bu asil ve muhterem zata sonsuza kadar minnettar kalacağım.

      İSTANBUL’DAN MUTLU BİR ŞEKİLDE AYRILIŞ VE GÖREV YERİNE HAREKET

      Resmî olarak memuriyet iznini aldığımın ertesi günü Vapur İşletmesi’nin Aslan adlı vapuruyla İzmir’e oradan da trene binerek Aydın üzerinden Sarayköye ulaştım. Tren hattı henüz daha ileriye gitmemesi nedeniyle burada da hemen bir hayvan kiralayıp Gemişsu ve Burdur gölleri kenarından Sarıkavak yolu üzerinden iki gün içerisinde Isparta’ya ulaştım. Burada karşılaştığım hemşehrilerimden babamın sağlık duruma ilişkin bilgi almak istedim. Fakat hiçbiri gerçeği söylememesi aklımı tamamıyla karıştırdı. Zaman kaçırmaksızın hemen o saatte tuttuğum arabaya binerek aziz vatanım Eğirdir’e ikindiden sonra yetişme mutluluğuna eriştim. Ne yazık ki sevgili babam yetmiş gün önce Allah’ın rahmetine kavuşması nedeniyle özlem içerisinde olduğum yüzünü görebilmek nasip olmadı. Hüzün dolu bir matem yerine dönüşen evimizde birkaç gün kaldıktan sonra yine Isparta ve Ağlasun üzerinden Antalya’ya indim. Yunan bandıralı bir vapur ile denizden Mersin’e geçtim. Buradan da tren ile Tarsus’a geçtim. İki gün sonra kiraladığım hayvana binerek Mezaroluk, Sarışeyh, Gülek Boğazı ve Tekir Yaylası yoluyla memuriyet yerim olan Pozantı’ya ulaştım.

      AYDIN

      Aydın