Karçınzade Süleyman Şükrü

Seyahatü'l Kübra


Скачать книгу

Eskişehir’den Sarıidris köyüne yerleşmek amacıyla nakleden ve yüz yedi yaşında bu dünyadan ayrılan merhum Süleyman Ağa daha önce de bahsettiğim gibi sipahi ocağı eskilerindendir. Sultan I. Mahmut’un döneminde kılıç erbabından olarak daha sonraları emekli edilmiş bir mücahittir. Arnavutluk’ta “karçın” diye tabir edilen tozluk, o dönemin resmî askerî kıyafeti olması nedeniyle sürekli giymesinden kaynaklanmaktadır.

      Dedelerinin geçmişteki ahvalini araştırmaya çok meraklı olan babam bundan otuz bir yıl önce ben daha çocuk iken Eğirdirli Kabak Dayı adında otuz bir yaşında vefat eden bu yaşlı pirden ara sıra bilgi alamaya çalışırdı. Babamın bu merhumdan aldığı cevaplar ve el yazsı ile kayda geçirdiği açıklamalar şöyledir:

      “Karçınoğlu Veli Ağazade Hüseyin Ağa sipahi ocağı emirlerinden idi. İri yapılı, gür sesli, yapısı güçlü, çok şişman ve yaşı ileriydi. Bununla birlikte çok çevik, at ve silah kullanmada onun gibisi bulunmaz, görünüşü çok korkutucu, kimseden korkmayan çok cesur biriydi. Hicri 1214 yılında tarihinde akrabalarını da yanına alarak göçmek maksadıyla Eğirdir’e gelmişlerdir. O zaman halk arasında Sarı Voyvoda olarak bilinen şehrin muhafızı onları karşılamış ve evinde misafir etmiştir. Kâtip Mahallesi’nde şu an yerleşik olduğumuz evin arsasını bu muhafız hediye etmiştir. Kendisinin Mehmet ve Süleyman adlarında iki oğlu varmış.” Süleyman Ağa benim dedemdir.

      Kişisel hayatına dair elimizde hayli bilgi bulunan merhum Hüseyin Ağa, izni bitip memuriyet bölgesine doğru Eğirdir’den hareket ettikten sonra Kütahya’ya vardığından burada hastalanarak vefat etmişti. Bu nedenle on yaşında yetim kalan dedem Süleyman Ağa, büyük kardeşi Hacı Mehmet Ağa’nın sonradan başladığı dokumacılık esnafı birliğine katılır. Eğirdir’de Üstazgil namıyla bilinen babam Hafız Süleyman ise annesinin yardımıyla ilim tahsiline başlar. Genç yaşlarında hattatlıkta da şöhret kazanır ve kendini Kur’an-ı Kerim yazmaya adar. Bu sayede hem eğitimini hem de geçimini birlikte yürütme imkânı elde edip geleceğini mükemmel bir şekilde güvenceye alır.

      Babamın annesi Fatma Hanım fazilet ve zenginliği ile tanınan merhum Emir Hüseyin’in torunudur. Bu muhterem zat Yazla mezarlığında Şeyh Mehmet Çelebi Hazretleri’nin türbesi yakınında yatmaktadır. Mezar taşında yazılı olan ölüm tarihi aklımda değildir. Bu nedenle Hindistan’ın Dekan-Haydarabad şehrinde bu kaydı düşmek mümkün olmadı. Mutlak affedici olan Allah, tüm Muhammet ümmetini geçmişleri ile birlikte cennetine yerleştirsin. Neslini belirttiğim pederim merhum Hafız Hüseyin Efendi halkımızın da tasdik ve hakkını teslim ettiği gibi âlimlerden ve doğruluktan ayrılmayan kimselerdendir. Halk nezdinde hürmet gören ve hatırı sayılır biriydi. Küçüklüğümü bu faziletli merhumun eğitimi ile geçirdim. Kur’an okumayı öğrendiğim sırada hafızlığa başladım. Bu görevi tamamlayıncaya kadar evimizden dışarı çıkamadığım gibi insanlar ile alakadarlığım ailem ile sınırlı olmuştur.

      Hicri 1297’de on beş yaşındayken Allah’ın yardımıyla hafızlığımı tamamladım. Ardından Eğirdir Rüştiye Mektebi’ne kaydedildim. Halkın arasına ilk karışıp onlarla iletişim kurmam bu zaman başladı.

      Lefkeli Hacı Ali Haydar Efendi hazretleri gibi fazilet ve takva sahibi çalışkan Müslüman âlimin halis niyetleri ve yardımlarıyla eğitimim olağanüstü derecede yolunda gitti. Bu feyiz kapısından birinci derecede diploma aldım. Ardından ilk başta Eğirdir Aşar Kalemi’nde (vergi dairesi), sonrasında da Posta ve Telgraf İdaresi’nde iki sene kadar staj yaptım. Bu zaman zarfından babamdan eğitim almaya devam ederek edebiyat alanında ilerleme katettim. Şeyh Ali Medresesi’nde kış sezonunda verilen Arapça eğitimine kendi arzumla başladım. Üç yıl boyunca uğraş vererek Molla Cami’nin Münada Bölümü’ne kadar göz nuru döksem de hayal ettiğim derecede istifade edemedim. Düzensiz olduğu için baş ağrısından başka bir şey vermeyen ve dedikodu ve boş kelamına tahammül edilmez açıklaması beni Hazreti Cami’ye artık elveda demek zorunda bıraktırdı.

      Garip bir tarzda okunarak bu illeti tamamlayıp, keyfiyetini sürdürme saadetine kavuşmanın imkânsız olduğunu erkenden keşfettim. İnsanca bir şekilde meal değil de papağan gibi yalnız söz ezberletmeye çalışmak gibi bir beladan hızlı bir şekilde kurtulduğum için bugün hâlen daha şükrederim. Bu başarıdan sonra memur olabilmek için İstanbul’a (Dersaadet) giderek Posta ve Telgraf Nezareti’ne (Bakanlık) müracaat ettim. Neticesinde birkaç ay içinde görevlendirildim. İstanbul’da bulunduğum zamana babamın hastalığı haberini alınca Bakanlığın teklif ettiği Pozantı Merkez Memurluğu’nu kabul etmek durumunda kaldım. Bu merkez sadece kabloların kontrol edilmesi ve haberleşmenin kesilmemesi amacıyla kurulmuştu. Konum olarak dağ başında ve etrafında insan bulunmayan bir yerde olması nedeniyle yine topluma karışmaktan mahrum bir duruma düştüm. Bu nedenle melek sandığım insanların aslında dönek oldukları henüz bilmiyordum. Yürüyerek sonu gelmeyen ürkütücü bir çam ormanını ikiye bölen güzel bir nehrin kenarında bulunan Pozantı Merkezi’nde iki yıl görev yaptıktan sonra görev yerim değiştirilerek Adana’ya geçtim.

      Daha yeni adım attığım hayattan ibret dersi almaya ve gözümü açmaya bu merkezde başladım. Aman ya Rabbi! Temiz kalplilikle sevgi beslediğim meslektaşlarımdan beklentimin aksine gördüğüm o vicdansızca karşılık, hayvancasına şeytani davranış, fitne ve ahlaksızlık da neydi? O dönemlerde bir keyif ve eğlence yerine dönüştürülen bu yere acaba ne günahım vardı da geldim. Çirkinlikte birbirlerine rahmet okutan bu adamların şeytanı dahi ürküten işlerinden o kadar huzursuzdum ki! Dünyaya geldiğime ve hatta insan olduğuma pişman olmuş bir şekilde insanlıktan nefret eder hâle geldim. Zira kıyafetlerine bakınca onlara da insan deniyordu. Soysuzlar ile kelam etmekten ve kötüye yakın olmaktan sakın!

      KENDİ İSTEĞİMLE YAPTIĞIM YOLCULUK

      Mali 1302 yılı Kasım ayının ilk haftasına rastlayan Salı günü (Kasım, 1886) sabahı merhum babam ve annemden canımdan ayrılır gibi vedalaşarak tarifi mümkün olmayan hazin bir duygunun kahredici pençesinde ezilerek Allah’ın izniyle Eğirdir’den yola çıktım. Sırasıyla Hamidabad, Ağlasun, İncirhanı, Sahraniç arası, Çubuk Boğazı ve Kırkgöz üzerinden Antalya’ya indim.

      Birkaç gün sonra gelen İngiliz bayraklı “Antoni” adlı vapura bindim. Yolculuk esnasında Egenin sevimli adalarını, İzmir, Sultaniye Kalesi’ni seyrederek hilafetin saygıdeğer merkezine yirmi günde ulaştım. Daha önce herhangi bir seyahatim ve yolculuk deneyimim olmadığı için bir ön araştırma yapmadan bindiğim bu dilenci vapuru Ege Denizi’nde uğramadık iskele ve dolaşmadık ada bırakmadı. Antalya’dan İzmir’e on sekiz günde ulaşmıştım. İngilizlerin dünyayı utandıran açgözlülükleri yüzünden sabretmesi zor bu çile hayatta tattığım ilk zehirlerdendir.

      HAMİDABAD

      Kumsal bir ovanın kıyısında kurulu; batısı Burdur, güneydoğusu Ağlasun Dağları ile kaplıdır. Havası çok güzeldir. Manzarası keyifli, suyu bol, bağ ve bahçeleri geniştir. Zeki bir halkı olmakla beraber genellikle takı tutkunu, eğlenceye düşkündürler. Şehrin önde gelenleri dua peşinde aralıksız koşan ve zengin olmayanları ise çalışkandır. Çayırları ve tarlaları geniştir. Tarımsal faaliyetleri yolunda gitmektedir. Sanayisi ilerlemiştir. Hanları ve yapıları gayet düzenlidir. Sokak ve caddeleri de düzgündür. Gezinti alanları çim ve çilekler ile kaplıdır. Her tarafı Tebrizî denilen uzun boylu güzel ağaçlarla çevrilidir. Sancak merkezi olan mutlu ve refah içinde bir şehirdir.

      Başlıca sanatları dericilik ile eski tarz ayakkabı, topuğunun altı nallı geniş ayakkabı, tabanı meşin olan sağlam mest, sarı mest ve çizmedir. Daha sonra bu mesleklere dokumacılık, dayanıklı ve süslemeli kilim, nakışlı seccade, derli toplu halı dokuması ve yetiştirdikleri gül bağlarından esans üretimi