Karçınzade Süleyman Şükrü

Seyahatü'l Kübra


Скачать книгу

küçük meydanlarda Allah vergisi yetişen Arap sümbülü, kırmızı ve mor menekşeler ve bölge halkının ekşi olarak isimlendirdikleri mis kokulu limon otu gibi çiçekler vardır. Ağaçların dallarının kaldırmakta zorlandırdığı bollukta meyveler ortama yaydığı enfes koku etrafta geçen insanları mest etmektedir. Bülbüllerin çıkardığı melodi ve birçok sesli kuşların nağmelerini işiten insanlar doğanın bu cazibesine kendisini kaptırarak duygularını bu atmosferden saatlerce çıkaramaz.

      (Nasıl ki) Soğuk mevsimde ateş gülden hoştur

      (Öyle de) Vatanın dikeni de sünbül ve reyhandan hoştur

      Yusuf ki Mısırda Padişahlık yapardı

      Söylerdi ki Kenan’ın dilencisi olmak daha hoştur 10

      Ancak kendi vatanında yaşayan insan mutludur vesselam. “Vatan sevgisi imandandır.” hadisinin hikmetini çok acı tecrübeler neticesinden uzun zaman sonra anlamış olsam da ne yazık ki fırsat elden gitti. Ah vatan!..

      EĞİRDİR’İN MEVCUT TARİHİ ESELERİ

      Bu şehirde, bazılarının temelleri gözle görülebilen yirmiden fazla tarihî eser mevcuttur. Tufan’dan yüz kırk sekiz yıl sonra ve Nuh Peygamber henüz hayatta iken Urfa, Resulayn ve Deyrizor arasındaki çölün ortasındaki Gökab Dağı civarından geçerek Fırat Nehri’ne dökülen Habur ve Nusaybin suları istikametinden Anadolu’ya göçüp Eğirdir’e yerleşen Lid Kavmi MÖ 22. yüzyılda burada bir kale inşa etmiştir. Tarihî kalıntıları hâlen bulunan bu ilk kalenin yıkılmasının ardından kuzey tarafına düşen kayalıklarda görülen temelleri dışında surlarından eser yoktur. Bulunduğu yerde şu an Eskihisar kabristanı bulunmaktadır. Lid Kavmi’nin dinlerinde “Zaryus-Karyus” denilen putlara kurban keserek ibadet edilmekteydi. Bu dönemde yapılan en büyük tapınak Eğirdir’in güneyinde bulunan Kervansaray olarak bilinen harabedir. Selçuklular döneminde han ve çarşı olarak kullanılmıştır. Fakat işlevi bittikten sonra duvarlarındaki süslemeler söküldüğü için şimdilerde dişlenmiş salatalık gibi delik deşik bir hâldedir. Bu devasa yapı daha evvelce bahsettiğimiz Felakabad şehrinin güçlü dönemlerinde inşa edilmişti.

      Lidlerden Küçük Ferici sultanı Tantaloğlu Bilubus MÖ 1280’de kendi oğlunu bu tapınakta kurban ettikten sonra masum çocuğun etinden bir parça puta sunmuştur. Kalanını ise vahşi bir düşünce ile misafirlerine ikram etmiştir. İnekdenizi’nden Yellibelen tepesine çıkarken soldaki kare şeklindeki kayalığın üzerine Brahmanların yani din adamlarının ikamet etmeleri için yaptırılan büyük yapı tamamen ortadan yok olup gitmiştir. Bugün binadan ve parçalarından hiçbir eser kalmamış olsa da binanın temellerine dair izler mevcuttur.

      Bu bölge civarındaki Hızır İlyas Mağarası’nda hâlihazırda bir put mevcut olsa da zaman içerisinde çoğu yeri yıpranmıştır. Kaleden dışarı çıkmanın tehlikeli dolduğu dönemlerde kasaba ahalisi Hızır (Hıdırellez) günlerinde bu yüksek yere gelirler. Gezinti yapmak maksadıyla gelinen hâlen o mutluluk günün adıyla anılan bu mağara aslen tapınaktır. Bunu bilmekten âciz bir kısım cahil kimselerin hâlâ ziyaret maksadıyla buraya gelmeleri; sıtmadan kurtulmak maksadıyla tapınakta asılı ipe çaput bağlamaları; tavanından damlayıp putun önünde biriken suyu mübarek zannedip içmeleri; hamilelikten yeni çıkmış kadınların sütleri gelsin diye bu sudan içmeleri ve kocakarıların eski kaşıkları toplayıp sevap diye heykelin önüne bırakmaları gibi âdetlerin hepsi aslında putperestlik döneminden kalma âdetlerin bugün hâlâ devam ettirildiğini gösteren acı verici örneklerdir.

      MÖ 547 yılında Lidya kralı Krezüs’ü mağlup edip bütün topraklarını ele geçiren Midya Kralı Kiriş ya da Kariş’in tebaasının çoğunluğu öküze tapmaktaydılar.

      İçerisinde bunların tapındıkları “Kay Av” adlı icl-i ibişin (komik görünümlü buzağının) daima bulunduğu insan yapımı mağara da Hızır İlyas Mağarası ve Öksürük Kayası yakınındadır. Bahsedilen öküzün Urdu ve Hintçe isminden kinaye edilerek bu bölgeye “Kay Av” adı verilmiştir. Selçuklu Sultanı Alparslan’ın Eğirdir’i istilasında İran ve Belucistan tarafından getirilerek kaleye yerleştirilen muhafızların yapmış oldukları yanlış tercüme nedeniyle buraya İnekdenizi denildiği düşünülmektedir. Çünkü “kay” kelimesi (Türkçe’de inek, öküz kelimesine karşılık gelen) “gav” ve “av” tabirini de (Türkçe’de su kelimesine karşılık gelen) “ab” kelimesinin tahrif olmuş hâlleri olduğu düşünülerek “İnek suyu” şeklinde tercüme etmiş olduklarını ve bunun da zaman içerisinde “İnekdenizi” kelimesine dönüştüğüne inanılmaktadır. Böyle olsa da bu bölge Elmadağlar’ın göle doğru uzanan köşe olması hasebiyle “dağdan denize inen köşe ve çene” manasından eski şivede kullanılan “İğek Denizi” denilmekteydi ve bu kullanım zaman içerisinde dönüşerek “iğek” kelimesi “inek” kelimesine dönüşmüştür. İnekdenizinin aslının bu olduğunda hiçbir şüphe söz konusu değildir. Orta Asya’da yaşayan Moğol Türkleri çeneye iğek derler. Üstünde suya dair bir iz ve emare mevcut olmasa da Felekabad’ın sular altında kaldığı su yollarının zeminindeki ağızlardan ve yer yer görülen çukurlardan anlaşılmaktadır. İnek-denizi bayırını batı tarafından sınırlayan sırtta bulunan Hızır İlyas Mağarası yakınına eski zamanlardan beri Öksürükkayası denilir. Bu eğri büğrü taşa çok eskiden beri öksürüğe tutulanlar gelmektedir. Üzerine tükürdükleri toprağı taş parçaları ile bastırarak arkalarına bakmadan dönmek gibi hâlen daha uygulanan tuhaflıklar öküze tapan Midyun devrinin dinî âdetlerindendir.

      Kasabanın batısında bulunan Oluklacı Dağı’nın güney kısmındaki tepesinde bugün Sivri olarak bilinen ve bir zamanlar eski volkandan dökülüp biriken lav artıkları asırlar boyu varlığını devam ettirmiştir. Tahminen Hicri 1297 yılı Şubat ayında aniden aşağı kayıp Yumrutaş merasındaki büyük mezarlığı kısmen kaplamıştır. Bu esnada bu yol üzerinde şehre giren Yılankırkan suyunun yatağını da bozması nedeniyle Büyük Hamam için yakınlardaki göl kenarına depo kurup su alma durumunda kalınmıştır. Hamam ile göl arasındaki yolun sahili takip eden kenarında yetişen ve poyrazın şiddetli estiği zamanlarda kütüğü dalgalar içinde kalan Ulu Çınar’ın gölge saldığı sahildeki şeffaf taşların üst kısmı bu ihtiyaç nedeniyle havuz hâline getirilmiştir. Bu çukur açma işi esnasında 1 metre derinliğe gelindiğinde ağzı kapalı eski bir çukur ortaya çıkmıştır. Ben o zamanlar on beş yaşlarındaydım. Okulun teneffüs verdiği zamanlarda abdest almak amacıyla oraya gitmiştim ve bu olaya tesadüfen tanıklık ettim. Bu olayı tamamen hatırlıyorum. Sürekli dalgalı olan böyle bir yerde böylesi bir çukurun mevcut olması oradakileri hayrete düşürdü ve hemen ölçüm yaptılar. Fakat her ne uzattılar ise bir noktaya ulaşamadılar. Bu kişiler hayret içerisinde konu ile alakalı konuşurlarken biraz ileride su kenarında balık avlayan çocukların yanlarına gidip biraz önce keşfedilen kuyunun derinliğini ölçmek için balık tutmaya yarayan iplerini istedim. Teklifimi geri çevirmediler. Mütebessim bir şekilde teslim ettikleri iplerinin hepsini birbirine bağlayıp ucuna da bir taş bağladım. Ardından içi su dolu kuyunun içine sarkıttım. İpleri birleştirilmesi sonucu 20 metreden daha fazla bir uzunlukta olmasına rağmen kuyunun dibini bulamadım. Bu gölün meydana gelmesinden önce bu bölgede yerleşik toplulukların yaptığı eserlerden olduğu ve yüksek yerlerde olsalar da olağanüstü derinliğe sahip “Han Ardı” ile “Vedireli” adlı kuyuların üçüncüsü olduğuna şüphem kalmadı. Su taşımacılığı ile uğraşanlar söz açılınca bunlardan ayrı şehrin güneyinde bulunan Yumrutaş adlı basık bayırdan gölün içine doğru yani Felekabad şehrine kadar uzayan ve harç ile sağlamlaştırılmış ve genişlikleri 4 metreyi