M. Turhan Tan

Viyana Dönüşü


Скачать книгу

sıçrayarak içindeki düşmanla boğaz boğaza gelmişlerdi.

      Biz, kaçan çektirmeleri unutarak Mehmet Bey takımının boğuşmasını seyrediyorduk. Aramız hayli açıktı, öyleyken mavna içindeki boğazlaşmayı burnumuzun dibindeymiş gibi apaçık görebiliyorduk. Böyle sıralarda kulak sağır oluyor, dil duruyor, yürek susuyor, yalnız göz işliyor. Bizim de gözlerimiz keskin birer dürbün olmuştu. En uzağı görüyorduk.

      Baştardenin bucak bucak saklandığı, mavnalarımızın harap olduğu bir sırada bütün bir düşman filosuna saldırmak isteyen bu üç kayık, şüphe yok, çılgınlar eline düşmüş olacaktı.

      Fakat o kayıklarda ölüm sevgisiyle titreşip duran altmış yiğit, hiç de çıldırmış değillerdi. Yalnız Türk’ün alnına sürülmek istenen kara lekeyi görmektense denizin beyaz kucağında kirsiz bir ölüme kavuşmak isteyen kahramanlardı.”

      Serçeşmeli Deli Murat, sabırsızlık gösterdi:

      “Sonra?”

      “Küçük Mehmet’le yoldaşları, bir koyunun kesilip yüzülmesi için gerekli olan zaman kadar bile uğraşmadılar, Türk mavnasına dolan yüz elli düşmanı doğradılar, gemiyi yedekten aldılar, ok ve tüfek ateşleri içinde yürüterek kıyıya getirdiler.

      İki kıyıdaki asker alkış çekiyordu. Ellerin çıkardığı ses deniz gürültüsünü bastırıyordu, koca vezir de ağlıyordu. Türk kayığı Venedik mavnalarını yenmişti; Türk yumruğu düşman toplarını yenmişti, Türk kılıcı küçük bir filoyu kaçırmıştı. Fakat sevincimiz gene yarı kaldı. Çünkü Küçük Mehmet’in üç kayıkla paçavraya çevirdiği dört Venedik mavnası büyük gemilerine doğru süklüm püklüm sürüklenip giderken bizim kalyonlar da rüzgârdan yardım görüp Sakız’a doğru dörtnala savuşuyorlardı. Artık düşman önünde biz gemisiz kalmıştık ve Venedikli boğazı zorlarsa çürük toplarla onu durdurmaya savaşacaktık!..”

      Bağdaş kurup oturmakta olan Serçeşme, dizüstü geldi, yumruklarını kasıklarına dayadı, homurdandı:

      “Sonra?”

      “Venedik ve Malta çektirileri, ‘Ver elini Sakız!’ diye boğazdan açılan bizim gemileri önlemeye, çevirmeye koşuyorlardı. Biz onların meramını sezince gene tek bir göz gibi benliğimizi denize vermiştik, nemli bir bakışla iki donanmayı süzüyorduk. Çerkez Osman’ın savaştan kaçındığı belli idi. Fakat düşmanın zoru önünde utanıp er meydanına döneceğini umuyorduk. Meğer gene aldanmışız. Korkak amiral, can kurtarmaktan gayri bir şey düşünmüyormuş. Bunu biraz sonra anladık. Çünkü düşman, bizimkilerin önünü kesiverince Çerkez Osman ileri atılacak yerde geri döndü, düşünde ürküp yorganına büzülen ödlek çocuklar gibi karışık bir durum aldı, Kâfirbucağı’na sığındı. Bu kaçış sırasında yeniçeri kâhyasının yedek gemisi elden çıktı, on beş kadırga karaya vurdu, içinde bulunan derme çatma asker, aylıklı asker denize döküldü.”

      “Koca vezir tınmıyor muydu, salt bakıp duruyor muydu?”

      “Tınmaz olur mu hiç? Yerinde duramıyordu, fırıl fırıl dönüyor ve boyuna dövünüyordu. Gemilerin Büyükkepez’e doğru kepazece dağıldıklarını görünce hemen bir kayığa atladı, Rumeli yakasına geçti, Türk olmadıkları hâlde Türk donanmasına kürekçi ve cenkçi yazılıp bu edepsizliği yapan korkak gidileri karşılamaya koştu. Kadırgalardan denize dökülen ödsüzlerden yüzme bilmeyenler zaten boğulup gitmişlerdi, canlarını kurtarıp karaya ulaşanlar da ıslak tavuklar gibi adım attıkları yerde pinekleyip duruyorlardı. Koca vezir öbür yakaya çıkar çıkmaz askere emir verdi, Türk namusuna kir bulaştıran namert kaçakları kılıçtan geçirtti. Ödlek kürekçiler, korkak cenkçiler bulutu görünce yağmur yağar diye kaçmışlardı, koca vezir onları doluya tutturdu, birer birer kestirdi.”

      “Hay toprağı nur, yeri cennet olsun!”

      “Fakat durum nazikti. Büyükkepez’de karaya vuran üç mavna ile on çektirmemizin, Kâfirbucağı’nda üst üste yığılan kadırgaların düşman tarafından yakılacağına yahut yakalanıp götürüleceğine şüphe yoktu. Artık gayret bize düşüyordu. Gemilerimize saldırılırsa biz toplarımızı işletecektik. Onun için elimiz fitillerde bekliyorduk.”

      “Düşman ne yapıyordu?”

      “Ne yapacaktı, şenlik topları ata ata boğaza geliyordu. İki yıl önce Sarı Kenan Paşa’yı yenip adalarımızdan çoğunu zapt eden Kör Kaptan3 baştardasını kılavuz yapmıştı, ardına taktığı dağ gibi kalyonlarla, düzine düzine çektirmelerle, alay alay mavnalarla üzerimize yürüyordu.”

      Biraz durdu, bıyıklarını okşadı, imanlı bir sesle tefelsüf etti:4

      “Biliyor musun Murat, kendini büyük görenleri Allah, çabucak küçültüveriyor. Bu Kör Kaptan, son yıllarda denizlerin firavunu kesilmişti. Kabına sığmıyordu. Karaları ulu Tanrı yaratmışsa denizleri sanki o yaratmıştı. O kadar gururu vardı. O gün de öyle davranıyordu. Ne gemilerimize değer veriyordu ne toplarımızı sayıyordu. Herifin gelişinde düşman üzerine yürüyen bir gemici hâli yoktu, serçe üstüne atılan bir köpek çalımı vardı. Sözün kısası bizi adamdan saymıyordu.

      Ya gemisi? O bir baştarda değil, bir gelin odası, bir düğün sofası idi. Baştan başa çuhalar, şallar, ipekli kumaşlarla süslenmişti, topların üstüne bile İngiliz kadifeleri örtülmüştü.

      Kör Kaptan bunları gösteriş için yapıyordu. Kumanda ettiği yetmiş iki buçuk millet içinden toplanma gemicilere kendince yürek pekliği aşılamak istiyordu. Yavaş yavaş bizim güllelerin ulaşma sınırı içine girdiği hâlde çalımını bozmuyordu. Kendisi güvertedeydi, yanında yedi ünlü kaptan vardı. Hep birlikte şarap içiyorlardı. Ben, içinde bulunduğum metristen, Kör Kaptan’a kadeh sunan keklik yapılı genç oğlancıkları bile görüyordum.

      Düşman işte bu çalımla geldi, geldi, bizim metrislerin önünden karşı yakadaki baştardamıza doğru akmaya başladı. Sürüden ayrı düşmüş kuzuyu kurt nasıl güle güle, eğlene eğlene kaparsa Kör Kaptan da bizim baştardayı o biçimde alıp götürecekti. Çünkü gemiciler hep karaya dökülmüştü. Koca vezirin kılıcından kurtulanlar dağlara, kırlara dağılmıştı. Bastardayı koruyacak değil, dümenini tutacak tek adam yoktu.

      Bu durumda kara askerimiz ağlaşıyordu, birbirleriyle kucaklaşıp gözyaşı döküyordu. Onlar, ellerinden gelse denize atılacaklardı, palalarını dişlerine takıp düşman gemilerine saldıracaklardı. Fakat deniz, hain deniz, yol vermiyordu, yiğit ayakları karaya mıhlıyordu.

      Ben de ağlıyordum, fakat gözümle değil kalbimle. Çünkü gözüm benden ayrılmış gibiydi, Kör Kaptan’ın gemisindeydi. Bizim baştardayı, koca koynundan alınan bir geline çevirmek isteyen bu uğursuz herif, benim de gözümü esir etmişe benziyordu. Bir türlü sağıma, soluma bakamıyordum, hep onu görüyordum. Bu büyülü bakış ne kadar sürdü, bilmem. Lakin bir aralık onunla âdeta karşı karşıya geldiğimi gördüm. Ona parmağımla dokunabileceğimi sanıyordum ve herifi kendime o kadar yakın buluyordum. İşte bu sırada gözüm, evinden çıkacakmış gibi büyüdü, yüreğim ağzıma geldi, ta içimden bir ses yükseldi: Ateş!..

      Bu emri bana veren gene bendim. Lakin başkasından, büyük bir zabitimden emir alıyormuşum gibi titredim, gözümü Kör Kaptan’dan ayırmaksızın fitili ateşledim. Eh, nişanı melekler almış olacak. Güllem, ateş olmuş Türk yumruğu gibi topun ağzından fırladı, Venedik baştardasına ulaştı ve tam cephaneliğin ortasına düştü.

      Kaç saatten beri büyülü olan