M. Turhan Tan

Viyana Dönüşü


Скачать книгу

kralını, Eflak ve Boğdan beylerini süzüyordum. Bir aslan önünde tavşanlar ne biçim alırlarsa bu devletliler de öyle görünüyorlardı, hepsinin yüzleri soluktu, solukları kesikti. Orada herkes gölgeleşmiş gibiydi, kan ve can yalnız vezirdeydi. O da canları dermansız bırakan, kanları kurutan bu kudreti Türklükten alıyordu. Bu sırrı ben, gülde koku sezer, mumda ışık görür gibi apaçık seziyordum, görüyordum, tatlı bir şaşkınlık geçiriyordum.

      İşte bu sırada tavşanlarla konuşan bir aslan sesiyle sadrazamın dile geldiğini duydum. Genç vezir, krala ve Eflak, Boğdan beylerine ayrı ayrı bakarak soruyordu:

      ‘Niçin böyle geç geldiniz? Ne kadar zamandır size ferman geldi, ne kadar zamandır ben Uyvar’ı döveli? Hemen sizleri ve bile getirdiğiniz kalabalığa katletmek gerek!’8

      Kralın, voyvodaların korkudan kısırlaştıklarına şüphe yok ya, benim de yüreğim ağzıma geldi. Köprülü oğlu, dediğini yapmaya kalkışırsa benim krala verdiğim söz boşa gitmiş olacaktı, leventlik namusuma kir bulaşacaktı, krala acımasam bile verdiğim söze saygı göstermek borcumdu, onun için tepeden tırnağa kadar kulak kesildim, veziri dinlemeye koyuldum. ‘Cellat!’ der demez atılacaktım; ‘Uyvar’a diktiğim bayrağa bağışla bu adamı!’ diye haykıracaktım. Fakat vezir bu işi yapmadı, onların kuşça canını bağışladı, hatta benim şakadan ortaya koyduğum şarta da değer verdi, konukların kanını korkuya bulayıp bir iyi kuruttuktan sonra dizlerine kilitli duran ellerini çözdü, yana doğru eğilip uzandı.

      ‘Her zaferin…’ dedi. ‘bir zekâtı vardır, ödenmesi gerektir. Uyvar’ı almak şerefine suçunuzu bağışlıyorum.”

      Kırım şehzadesi, Erdel kralı, Boğdan ve Eflak beyleri -bıçak altından kurtulmuş koyunlar gibi- şaşkın şaşkın bakışırlarken Kethüda Bey onlara vazifelerini hatırlattı:

      ‘Ayak öpünüz!’

      ‘Onlar genç vezirin ayağına doğru, öndül kokusu alan yarış atları gibi hırs ile koşarken biz bıyık altından gülüyorduk. Fazıl Ahmet Paşa, tabanını yalayıp duran Apafi Mihal’in bu sersem durumunu eliyle önledi:

      ‘Yeter!’ dedi. ‘Artık kalk. Seni biraz da Deli Murat’a bağışladım. Akıllılık edip ona şart koşturmuşsun. Zavallının ne eşi ne dişilerle alışverişi var. Bol keseden şart etmiş. Lakin ben onun sözünü işte kendi sözüm gibi tuttum, seni incitmedim. Sen de onu hoş tut!..’

      Kral Apafi, dudaklarını vezirin ayağından çekerek bana bakıyordu, elimle işaret ederek kalkmasını anlattım. O da kendini topladı. Sadrazamın elini, eteğini, dizini, topuğunu bir kere daha öperek geri çekildi, öbür konuklarla bir sıraya girdi, otağdan çıktı.

      Ertesi gün büyük bir ziyafet verildi. Tam üç yüz koyun, elli sığır, üç bin tavuk kesildi. Ellişer kazan çorba, pilav ve zerde pişirildi, iki yüz bin çörek dağıtıldı. Vezir aşçıları, koyun ve sığır kebaplarının içine diri tavşanlar, diri güvercinler koymuşlarmış. Kral takımı kebapları parçalarken bu hayvancıklar çıkıveriyorlar, uçuşarak, kaçışarak etrafı karmakarışık ediyorlardı. Apafi’nin önüne konulan koyun çevirmesinden de bir güvercin çıkmış, kralın tepesine konarak uzun uzun dinlenmişti.

      İşte bu yiyip içmeler ve yeni savaşlara hazırlanmalar sırasında kral beni çağırdı, elime iri taşlı bir yüzük tutuşturdu, tercüman ağzıyla şunları söyledi:

      ‘Sen evli değilmişsin, öyleyken yaptığın şartı yerine getirdin, beni sadrazamın gazabından kurtardın. Ben de sana atalarımdan miras kalan şu yüzüğü veriyorum. Fakat senden söz istiyorum: Yüzüğü ancak nikâhla alacağın kadına vereceksin. Kendin takmayacaksın, Allah etmesin, aç kalsan satmayacaksın. Söz mü?’

      O güne kadar evlenmek hatırımdan geçmemişti. Kralı dinledikten sonra içime bir heves çöktü. Ağzım sulanır gibi oldu. Orada, kral otağında oturup dururken gözümün önünde başı arakçinli,9 beli kemerli, kaşı rastıklı, gözleri sürmeli gelinler dolaşıyordu. Bu kuruntulamalar içinde kendimden geçmiş olacağım ki istenilen sözü verdim, yüzüğü aldım.”

      Serçeşme Deli Murat, elini koynuna soktu, bir meşin kese çıkardı. Yüzük, kadife kutusu ile beraber bu kesenin içindeydi. Onu arkadaşına gösterdi.

      “İşte…” dedi. “Kralın başıma sardığı elmas dert. Dokuz yıldan beri bu derdi taşıyorum. Ne zaman ne de aman bulamadım ki onu bir eksik eteğin parmağına geçireyim!”

      Gerçekten krallar hazinesine layık bir değer taşıyan bu yüzüğü şöylece gözden geçiren Kara Mehmet sordu:

      “Evlenmek istedin de eş mi bulamadın? Yeryüzünde kadından çok ne var a kardeş?”

      “Kadın başka kadıncık başka. Ben yularımı eline alacak, bana her yıl bir küçük Deli Murat doğuracak kadın isterim.”

      “Arayan mevlasını da bulur, belasını da. Dokuz yılda hoşuna gidecek birine rastlamadın mı?”

      “Dokuz yıldır bir yerde durmadım ki kadın arayabileyim? Uyvar yılı geçince Sengotar yılı açıldı, o kapanınca Girit seferi başladı. Ömrümün dört yılı o adada, Kandiye’nin önünde geçti, kaleyi düşürüp adanın fethini tamamlar tamamlamaz ordu, Lehistan üzerine yürüdü. Deli Murat gene beraber… Şimdi İstanbul’a gelişim bir iş üzerinedir, getirdiğim kâğıtların karşılığını alıp gene Leh sınırına döneceğim. Lakin buraya gelince karar verdim. Bir kız bulup onunla baş göz olmadan İstanbul’u bırakmamayı tasarladım. Sipahiler henüz orduya ulaşmadıkları için seni burada bulacağımı umuyordum. Hesabım yanlış çıkmadı. İşte seni buldum, derdimi de anlattım. Nasıl, benimle gönül birliği yapar mısın?.. İkimiz de ev kurmak, döl almak çağını çoktan aştık, üç beş yıl sonra alacağımız kadınlar yüzümüze değil, elimize bakarlar. Henüz yüzümüze bakılabilirken şu işi başaralım, çifte dernek kuralım. Vakit geçmeden biz de felekten kâm alalım.”

      Kara Mehmet, dalgın dalgın mırıldandı:

      “Evet, hakkın var. Er davranan yol alır, er evlenen döl alır. Biz geç kalmışa benziyoruz. Fakat kimi almalı?”

      “Gözümüzün seçeceği, gönlümüzün çekeceği güzeli!”

      “Nerede bulunur onlar?”

      “Esir pazarında!”

***

      Çemberlitaş’la Çarşıkapı arasında vaktiyle tavuk pazarı kurulurdu ve bu pazar yerinin bir yanında da esir hanı vardı. İlk çağlardan beri insanlar esir alışverişi yaparlar. Eğer bu alışveriş olmasaydı ve milletlerin birbirlerinden esir alıp kullanmaları âdet hâline girmeseydi ne Mısır’ın Ehramları ne Çin Seddi yapılabilirdi ne de büyük deniz savaşlarının tarihi yazılırdı. İlk çağların büyük eserlerinden çoğu esirlerin elinden çıkmıştır ve o çağlardaki deniz savaşlarında gemileri hep esirler yürütmüştür!

      Zincirler içinde ve kamçılar altında en ağır işleri görmeye mahkûm edilen esirler yavaş yavaş birer zevk aleti olmaya başladılar. Roma tarihinde imparatorlarla nikâhları kıyılmış köleler, Bizans tarihinde imparatoriçelere ayak öptürmüş esirler vardır. Şark ve Garp tarihi baştan başa esir hikâyeleriyle doludur. Onlardan filozof, müverrih, dil âlimi, kumandan ve her şey yetişmiştir. Fakat esirlerin içinde en büyük rolü oynayan kadınlardır ve onlar, boyunlarına takılan zinciri ekseriya elmas gerdanlıklarla değiştirmek yolunu bulmuşlardır.

      Osmanlı Türkleri de kadın esirlere içtimai hayatta büyük yer ve değer vermişlerdir. Yarı dünyaya kılıçları önünde diz çöktüren o Türkler, bir esir