beraber bir tecrübeye daha girişmek istedi:
“Ağa…” dedi. “Bu kızdan vazgeçip de başka birini seçersen sana yüz altın da kahve parası veririm.”
Serçeşme kötü kötü gülümsedi ve herife karşılık vermeye lüzum görmeyerek kızın yanına sokuldu, bir elini omuzuna koydu.
“Bülbül hatun…” dedi. “Beni beğendin mi?”
“Sizi Tanrı övüp yaratmış. Kim beğenmez ki efem?”
Uçmak, havalanmak ihtiyacını duymaya başlayan Deli Murat, kendini zorla zapt ederek sordu:
“Benimle baş göz olmak, beraber yaşamak ister misin?”
“İsterim efem.”
“Öyleyse düş önüme. Yarım saate varmadan nikâhımız kıyılacak, bir saat geçmeden de gerdeğimiz kurulacak!”
Ve koynundan bir kese altın çıkarıp esircinin önüne attı:
“Bunun içinde iki yüz temiz duka altını var. Yarısını Bülbül Hatun için veriyorum, yarısını da sadaka olarak sana bağışlıyorum. Yalnız bir örtü ver de Bülbül’ü sarayım.”
Esirci, yeni ve bambaşka bir telaşla Deli Murat’ın dizlerine kapandı, inledi:
“Saraylılar bu kıza beş yüz altın paha biçtiler. Siz iki yüz duka veriyorsunuz.”
Serçeşme, önünde sürünen adamın hayrete değer bir ustalıkla cübbesini çekip çıkardı, Bülbül Hatun diye anmaya başladığı güzel kızın üstüne geçirdi ve gene herifin belindeki şalı çözerek Bülbül’ün başına sardı.
“Bizim bir akçemiz…” dedi. “Sarayın bin akçesine bedeldir. Sen hesabını ona göre yürüt, Bülbül Hatun’la beni de artık unut!”
Kız, o güne kadar eşini görmediği bu garip alışverişin zevkiyle gülüp duruyordu. Esir pazarlarında yaşayıp giden ananeye göre satılan kızların, muamele tekemmül ettikten sonra, eski sahiplerine saygı göstermeleri ve onların elini öpüp veda etmeleri lazımdı. Bülbül Hatun bu lüzumu da hatırlamayacak derecede sevinç içindeydi, kırk yıllık bir dostu imiş gibi Deli Murat’a sokulmuştu.
Esirci, ne yandan bakılsa zarar gösteren bu hadisenin verdiği sersemlikle, çömeldiği yerde bön bön bakıp duruyordu. Belinden şalını, üstünden cübbesini alan zorba müşteriyi kızdırmaktan korkmakla beraber saray adamlarının peyledikleri bir kızın böyle alınıp götürülmesine de tahammül edemiyordu. Hele yarım saat önce beş yüz altın paha biçilen bir malın iki yüz altına alınmak istenilmesi büsbütün gücüne gidiyordu. Fakat vaziyeti düzeltecek bir yol bulamayarak hayret ve ızdırap içinde kıvranıyordu.
İşte bu sırada Kara Mehmet araya girdi:
“Murat…” dedi. “Yaptığın işi beğenmedim. Şu adamın başını derde sokuyorsun. Bari yüz altın daha ver de gönlü hoş olsun.”
Ve sonra esirciye döndü, şu öğüdü verdi:
“Helal paranın hayrı vardır, bizim azımızı çoğa say. Saraya karşı da bir düzen kullan. Söz gelimi kızın kaçtığını söyle. Çünkü bizim arkadaşın pençesinden kız almak, ecel elinden ömür kurtarmak kadar zor bir iştir. Onunla canciğer kardeşken ben bile kendime güvenemem, böyle bir işe girişemem. Onun için kazaya rıza deyip susmalısın, kısa günün kârını da hoş görmelisin. Haydi Allah’a ısmarladık.”
Deli Murat, Bülbül Hatun’la meşgul olduğu için bu sözlerin yarısından çoğunu duymadı. Fakat Kara Mehmet’in tavsiyesini dinlemezlik de yapmadı, bir kese altın daha çıkararak esirciye verdi ve güzel kızı önüne katarak odadan çıktı.
Bütün esirciler sarayca peylenen bir malı zorla satın almak cesaretini gösteren iki yiğit adamı hayran ve korkak bakışlarla teşyi ediyorlardı.10 Onların eli boş gitmediklerini gören öbür kızlar ise kıskançlık ateşine sarılarak gene pencerelere dökülmüşlerdi, bir kaplana eş olmuş ceylan şuhluğuyla salına salına uzaklaşan arkadaşlarını seyredip hayıflanıyorlardı.
Han kapısını, ferman dinlemez yiğitler şerefine henüz açık tutan esirhane emini, onların yaptıkları alışverişten kendi hissesini almaya hazırlanıyordu. Fakat berikiler sade bir selam verip geçmişler ve herifin hülyasını hayrete çevirip gitmişlerdi. O, kaybettiği öşrün acısını ancak hain bir mülahaza içinde eritmek yolunu buldu, müşterilerin arkasından mırıldandı:
“Bana öşür vermemek elinizden gelir amma hünkâr için beğenilen kızı almak suçunun hesabını vermemek elinizden gelmez. Biraz sonra görüşürüz ağalar!..”
Deli Murat, evlenmeyi tasarlayıp da Kara Mehmet’le görüşmeye gelirken her şeyi düşünmüş ve bütün hazırlıkları yapmıştı. Zeyrek Yokuşu’nda kiraladığı ev, gelin hanımı bekliyordu. Yaşlı bir kadın da bu minimini gerdekte bekçilik yapıyordu. Murat, handan çıktıktan ve Kara Mehmet’le vedalaşıp ayrıldıktan sonra doğru eve gitti. Bülbül Hatun’u giyindirip kuşandırdı, bekçi kadınla hamama yolladı, kendisi de mahalle imamını ve mahalleliden dört kişiyi çağırdı, satın aldığı ve adını Bülbül koyduğu kızı esirlikten çıkarıp azat ettiğini söyledi, usulü dairesinde bir azat kâğıdı yazdırıp imzalattı ve o adamları, Bülbül’ün hamamdan dönüşüne kadar alıkoydu, kız gelince de nikâhını kıydırdı.
Deli Murat, ömrünün ilk şen gecesini yaşıyordu. Onun kurduğu gerdek minimini bir şeydi. Fakat saf yürekli adama uçsuz bucaksız bir meydan gibi geniş görünüyordu. Tek mumlu şamdan, odadaki karanlığın ancak bir noktasını beyazlatabildiği hâlde Murat, nur içinde yürüyormuş gibi engin bir ışık hazzı buluyordu. Yanı başındaki kadın, açık kollu ve açık göğüslü cepken giyerek yere inmiş bir mehtap gibi yiğit adamı tepeden tırnağa kadar aydınlatıyordu. Bekârlığın yıldızsız bir gece olduğunu bu gülümseyen, tatlı tatlı konuşan mehtabın nurunu emmekle anlıyordu ve kırk uzun yıl, yüreğini geceye sarıp yaşadığı için enikonu hayıflanıyordu.
O, gerdeklerde ulu orta konuşulmayacağını bilenlerden olmakla beraber aşk kasideleri haykıracak ağza malik değildi. Duyuyordu, fakat duyduklarını kelimeleştiremiyordu. Bazen yüreğindeki heyecan, dudaklarına kadar yükseldiği hâlde onu yutmak mecburiyetinde kalıyor ve sonra kızarıp bozararak karısına sokulup kekeliyordu:
“Sana diyecek nelerim var, bilsen?”
Lakin dakikalar geçtiği hâlde bu denilecek şeyleri bir türlü açığa vuramıyordu. Nihayet bir muhavere mevzusu buldu, kendi hayatını anlattı, kimdi, kimin nesiydi? Nerede doğmuştu, şehit babasından kalan tarlayı nasıl satıp leventliğe çıkmıştı? İlk savaşı nerede yapmıştı, ilk yarayı nasıl almıştı?.. Bütün bunları, arkadaşına tatlı masallar anlatan bir çocuk saffetiyle hikâye ederken ara sıra duruyor ve soruyordu:
“Sıkılmıyorsun, uykun gelmiyor, değil mi?.. Hele biraz daha dinle, konuşmak keşiği11 sana gelecek. Sonra uyuruz!”
Kız, rüyalı bir bakışla onu sararak hikâyeyi dinliyor, gittikçe artan zevkini silinmeyen bir tebessüm içinde hissettirerek için için gecenin ebedîleşmesini diliyordu. Deli Murat ona, bir cennet adamı gibi göz kamaştıran garabetler tattırıyordu. Yiğit Türk’ü dinlerken bazen gözünün önüne esirciler ve esir pazarında zaman zaman gördüğü müşteriler geliyordu. O vakit ıztırarî bir zihin ameliyesiyle mukayeseler yapmaya girişiyor ve kocasıyla onların arasındaki hesaba sığmaz farkı apaçık görerek yeni bir zevkin, yeni bir hazzın sarhoşluğuna kapılıyordu. Sabahleyin beğendiği erkeği şimdi seviyordu, onun yanında bulunmaktan,