Beşir, hıçkırıklı hikâyesini bitirince sordu:
“Size el kaldıran, dil uzatan bu küstahların kim olduklarını öğrenmediniz mi?”
Uzun Dilaver cevap verdi:
“Onlar övüne övüne, böbürlene böbürlene söylediler sultanım. Yoldaşımı silleleyen Serçeşme Deli Murat. Arkadaşı da Sipahi Kara Mehmet!”
Tam bu sırada odanın perdesi açıldı, Haseki Rebia Gülnuş içeri girdi, ağlayan kölelerle somurtan valide sultanı süze süze yürüdü.
“Sultanım…” dedi. “Canınızı sıkmışlar. Bir münasebetsizlik mi var?”
Kaynananın yüzü biraz daha ekşidi, kaşları çatıldı, dudakları titredi. Gençliğinin debdebesine ve iki oğlunun beşiğine dayanarak kendi kudretini çiğnemeye kalkışan, başka kızların eşiğini uzaktan öperek geçtikleri şu odaya sorgusuz giren, ulu orta yürüyüp sorular yapmaya girişen bu genç kadın, hele şu kızgın dakikada gözüne süslü bir yılan gibi soğuk görünüyordu. Hiddetine biraz daha yenilse onu yanındaki kölelere tutturacak, kana kana ve kanlarını akıta akıta dövecekti. Fakat oğlundan korkuyordu. O oğlundan ki, belki yüz kere “Gülnuş’uma yan bakan göz kim olursa olsun mutlaka kör olmaya mahkûmdur!” demiş ve onu ilişilmez bir vücut hâline getirmişti.
Böyle bir tehdit de olmasa Turhan Sultan, kadın mücadelelerinin nasıl yapılacağını çok iyi bilenlerdendi. Bu bilgiyi ona kendi emriyle öldürülen Kösem vermişti. Telli Haseki gibi bir zamanlar Topkapı Sarayı’nın güneşi kesilen bir kadını güle güle ve güldüre güldüre zehirletip bir yığın kömüre çevirten, her biri padişahın kalbinden birer parça yakalayarak bu ganimetin getirdiği kuvvetle ne oldum delisine dönen düzinelerle kadını iz bırakmadan, ses çıkartmadan çuvallara koydurup denize attıran Kösem, bu gibi vaziyetlerde unutulmasına imkân olmayan bir örnekti.
Onun rakiplerine, düşmanlarına ve sevmediği kimselere karşı aldığı sinsi, mürai14 ve şeytani vaziyeti takınmak, er geç muzaffer olmak neticesini verecekti. Bu, böyle olunca kızmak veya kızgınlığını belli etmek alıklık demekti.
Turhan Sultan işte bu mülahaza ile kendisini topladı, çatık kaşlılıktan sıyrıldı, güler yüz takındı:
“Gün doğunca…” dedi. “Gece silinir. Sen gelince benim de canımın sıkıntısı geçti, içim açıldı. Şöyle yakın gel, yanıma otur, doya doya yüzünü göreyim, güzel sesini duyayım. Yavrumun yavrularını sen doğurdun. Sende aslanımın kokusu var. Burnum o kokuyu alsın!”
Rebia Gülnuş, bu sözlerin nasıl bir duyguya tercüman olduğunu anlıyordu. Çünkü Turhan’ın küçük şehzadeleri severken “Yavrumun yavrusu, yarısı da yılan yavrusu!” demekten geri kalmadığını biliyordu, fakat Avcı Sultan Mehmet ona da “Anam bir yana, cihan bir yana!” diye kaynana-gelin zırıltılarına karşı alacağı vaziyeti hissettirdiği için idareli davranıyordu, “fitne kumkuması” adını verdiği bu düzenci kadınla açık bir mücadeleye girişmekten çekiniyordu. Şimdi de onun tatlı sözlerine kanmış ve inanmış gibi göründü, el öpüp sedirin bir yanına ilişti.
Turhan Sultan o sırada elli, Gülnuş ise otuz yaşında idi. Bu yaş farkı, onların birbirlerine bakışmalarında ayrı ayrı sezilip duruyor ve birinde hınç, birinde gurur oluyordu. Turhan, bütün zekâsına ve bütün soğukkanlılığına rağmen o gururun ağırlığına dayanamadı, hıncını tatmin için geçmiş günlerin hatıralarından istifade etmek istedi:
“Güzel yavru…” dedi. “Seni gördükçe saraya ilk geldiğin günü hatırlarım. Rahmetli Deli Hüseyin Paşa, seni Girit’te yakalayıp aslanıma armağan eylemişti. Tozlu bir elmasa benziyordun. Herkesten önce ben senin ne cevher olduğunu sezdim, oğluma da sezdirdim. Kapalı bir güzelliği açığa çıkardığım için hâlâ sevinirim.”
Gülnuş, kaynanasının ne demek ve neleri hatırlatmak istediğini kavradı, iki köle önünden kendinin Girit’ten gelme bir tutsak olduğunun ileri sürülmesinden sinirlendi, hırçın bir sesle sert bir cevap verdi:
“Rahmetli Kösem Sultan’ın da aynı iyiliği size yaptığını söylüyorlar. Fakat siz münafık sözüne uyup onu incitmişsiniz. Bu can tende oldukça ben nankörlük etmeyeceğim, iyiliğinizi unutmayacağım.”
Mukabil taarruz daha yaman olmuştu. Çünkü Gülnuş, kaynanasının halayıklığını söylemekle beraber nankör ve katil bir kadın olduğunu da ortaya koyuyordu. Hatta bu kadarla da iktifa etmiyordu. Kendisinin nankör çıkmayacağını söyler gibi davranıp icabında hamle yapmaktan geri kalmayacağını, yani kaynanasını Kösem Sultan’a benzetmek elinden gelirse de böyle bir cinayeti hissî necabet göstererek yapmayacağını anlatıyordu.
Turhan’ın yüzü kıpkırmızı kesildi ve sonra sarardı. Gülnuş’un böyle bir karşılık vereceğini hiç ummuyordu. Aynı zamanda yirmi iki yıl önce işlediği büyük cinayetin kanlı safhaları gözünün önüne gelmişti, boğdurttuğu kadının çığlıkları kulağında titremeye başlamıştı. Bu durumda kendini tutamayacağını seziyordu, dişlerini sıkıyordu.
Fakat Giritli dönme, attığı tokadın acısını iniltisiz bırakmak ve tehlikeli bir münakaşanın önüne geçmek için sözü değiştiriverdi:
“Sultanım…” dedi. “Bu ağalar niçin ağlaşıyorlardı?”
Valide Turhan, gelininin yapmak istediği manevrayı anlamakla beraber bu sorudan kendi hıncını hoşnut etmek fırsatını çıkarmakta gecikmedi, her kelimeyi bir iğne gibi kullanarak hadiseyi anlattı:
“Aslanıma layık bir kızı salık vermişlerdi. Beşir’le Dilaveri yollayıp baktırayım dedim, esir hanında iki kendini bilmezle karşılaşmışlar, dayak yemişler.”
“Oh olsun! Benim üstüme ortak getirmeye gidenleri ulu Tanrı böyle rezil eder.”
Ve zihnine ansızın doğan bir fikrin zoruyla hırçınlıktan sıyrılıvererek Turhan Sultan’ın kulağına eğildi.
“Sarayda kızılca kıyamet kopmasını İstemiyorsanız…” dedi. “Benimle anlaşmalısınız, istediğinizin yapılmasına ben göz yumacağım. Fakat bir şartla!”
Öbürü hayran hayran mırıldandı:
“Ne şartı bu?”
“Şu herifleri dışarı çıkarınız, söyleyeyim.”
Turhan Sultan’ın verdiği emir üzerine iki köle salondan ayrılınca Rebia Gülnuş, merak içinde kalan kaynanasının yanına biraz daha sokuldu.
“Siz…” dedi. “Şevketlu efendimizden beni uzaklaştırmak için yorulmadan çalışıyorsunuz. On yılda karşıma yüz ortak çıkardınız, meramınıza eremediniz. Lakin fikrinizden de caymadınız, hâlâ esir hanlarına adamlar yollayıp beni yenecek, benim yerimi alacak kızlar arıyorsunuz. Buna karşı ben de bir şeyler yapabilirdim, oğlunuzu sizinle bozuşturmaya savaşırdım. Hâlbuki hiç tınmadım, Allah’ıma sığınıp, yavrularımı bağrıma basıp her şeye göğüs gerdim. Fakat bugün dayanamayacak bir hâldeyim, kabıma sığamıyorum. İçimde can yakmak, gönül kırmak, hatta kan dökmek için bir dilek, bir istek var.”
Biraz durdu, susamış bir dişi kaplan gibi diliyle ağır ağır dudaklarını ıslattı.
“Bir saat önce…” dedi. “Gülbeyaz’ı şevketlu efendimizin yanına girerken gördüm. Bana kötü kötü baktı. İşte bu bakış yüreğimi yaktı. Gerçi benim ayna gibi dostum var. Bin Gülbeyaz bir yere gelse dudağımın yanındaki çukuru dolduramazlar, hele o aşüfte, nur dolu bir kazanda yüz yıl yıkansa gene benim beyazlığımı bulamaz. Topuğumun