M. Turhan Tan

Viyana Dönüşü


Скачать книгу

görüşmeleri kısa ve tatlı oldu. Hünkâr, bir içim su olarak tasvir olunan kızın hemen saraya getirilmesine ve Serçeşme Deli Murat’la Kara Mehmet’in de hüviyetlerinin tespit olunmasına emir verdi. Harem ağalarını döven bu adamlar hakkındaki hükmünü, saraya bırakıyordu. Turhan da bu vaziyette ısrar etmedi, iki baldırı çıplak dediği adamların hemen cezalandırılmaları için ayak diremedi. Çünkü onun asıl maksadı, bir içim suyu saraya getirtmek ve bu güzellik damlasıyla Rebia Gülnuş’un teninden hünkârın ruhuna sinen tadı silmekti. Padişah böyle bir tecrübeye muvafakat ettikten sonra beriki meselenin hallini biraz geciktirmekte hiçbir mahzur yoktu.

      Fakat Gülnuş ile Gülbeyaz’ın konuşmaları uzun ve heyecanlı oldu. Karışık planlar içinde yürüyen Giritli haseki, bir bardak suda boğmak istediği rakibesinin odasına girer girmez iki eline sarılmış ve titreyen bir sesle sormuştu:

      “Şu odada şimdi bir yangın çıksa ne yaparsın?”

      O, alık ve şaşkın, cevap vermişti:

      “Kaçmaya savaşırım.”

      “Kapı kapalı.”

      “Kırarım.”

      “Gücün yetmezse?”

      “İmdat diye bağırırım.”

      “Benden başka bu sesi duyan yok gibi düşün. Ben de bu odadayım, seninle birlikte yanmak üzereyim. Dışarıdan kimse yardıma gelmeyecek. O vakit ne yaparız?”

      “El ele veririz, kapıyı zorlarız. Başaramazsak sarmaş dolaş oluruz, kıvrana kıvrana yanarız.”

      “Öyle ise haberin olsun, ikimizin de yüreği ateşe atılıyor. Eğer el birliği, dil birliği yapmazsak yüreklerimiz cayır cayır yanacak. Kimse yardımımıza koşmayacak.”

      “Bu yangını kim yapıyor?”

      “Turhan Sultan. Çünkü seni de beni de kıskanıyor. Bizi şevketlu hünkârın gözünden düşürmek için esir pazarından kız getirtiyor. Şimdi onun yanındaydım, kulağımla işittim. Gelecek kız, ahulardan güzelmiş. Demek ki pabuçlarımız dama atılacak. Ben, iki şehzade anasıyım, nasıl olsa bir köşede tutunurum. Lakin sen mutlaka sürünürsün. Onun için ortak gibi değil, dost gibi konuşalım, ikimizi birden yakacak olan ateşi -alev saçağı sarmadan- söndürelim.”

      Gülbeyaz henüz toydu, biraz da saftı. Hünkârın kendi yüreğine aşıladığı sevgi, bu saflığı sersemlik derecesine çıkarmıştı. Entrika bilmediği için bütün rakibeleriyle açıktan mücadele yapmak ister ve güzelliğinden başka kuvveti olmadığı için de sık sık inhizama uğrardı. Bununla beraber hünkârın pervanesi gibi yaşardı. Günlerce efendisinin yanına çağrılmadığı hâlde tahammülünden zerre kaybetmez ve ilk işarette gene şen, gene mesut, hünkârın ayakları altına düşerdi. Fakat saraya bir ahunun getirileceğini duyunca o derin tahammül kökünden sarsıldı, efendisini bir daha görememek endişesi yüreğinde bir yara oldu ve bu yaranın acısı zaten zayıf olan muhakemesini büsbütün sendeletti, acıklı bir telaş içinde -en baş düşman tanıdığı- Rebia Gülnuş’un ellerine sarıldı.

      “Söyle ablacığım…” dedi. “Ne yapalım?”

      “Yapılacak şey şudur yavrum: Yalvarmak, ağlayıp sızlamak!”

      “Efendimize mi yalvaracağız?”

      “Ben yalvaracak değilim. Bu işi sen yapacaksın. Çünkü ben iki şehzade anası olduğum için satılamam, atılamam. Kıskançlık göstermeye de hakkım yok. Benim üstüme gelen gelene. Lakin sen, efendimizin en son beğendiği kızsın. Ana da olamadığın için tehlikedesin. Kendini korumak hakkındır. Şimdi, hünkârın yanına gidersin, ayaklarına kapanırsın, esir pazarından getirilecek kızı kıskandığını söylersin, ağlayıp sızlarsın. Bu işten vazgeçilmesini istersin. Baktın ki aldırış etmiyor, ağzını değiştirirsin, kendini denize atacağını söylersin. Hünkâr, bu ağız dağından belki korkar, o ahu dedikleri uğursuzu satın almaktan vazgeçer.”

      Gülbeyaz bu telkine uydu, hemen odadan fırladı, Turhan Sultan’ın henüz ayrıldığı bir sırada hünkârın yanına girdi, şuursuz bir atılışla ayaklarına sarıldı, acıklı kelimeler kullanarak uzun uzun yalvardı, hüngür hüngür ağladı ve onun kötü kötü güldüğünü görünce -Rebia Gülnuş’un sözünü yerine getirerek- ağız dağı da vermeye kalkıştı, ölmekten bahsetti.

      Avcı Sultan Mehmet, ancak bu söz üzerine ciddi bir durum aldı.

      “Aman Gülbeyaz…” dedi. “Bu işi Kandilli Bahçesi’nde yap. Çünkü şimdi ben oraya gidiyorum. Bir içim su da oraya gelecek. Sizin kayıklarınız da hazırlanıyor. Ben yeni halayığımla dernek kurarken sen dediğini yaparsın, olmaz mı?”

      Ve kızcağızı yerden kaldırıp kapıya kadar götürdü, beline bir tekme vurup sofaya fırlattı.

      Hünkâr doğru söylemişti, anasıyla görüşür görüşmez emir vererek kayıkları hazırlatmıştı, getirilecek kızı Kandilli akıntısının zemzemeleri arasında karşılamak üzere oradaki bahçeye gidiyordu. Hemen her gün bir tarafa gitmeyi âdet edindiği için onun kayıkları daima harekete hazır bulunurdu. Bu sebeple anasıyla haseki ve Gülbeyaz gibi gözdeler arkasından geleceklerdi.

      Fakat hünkârın tahayyül ettiği gerdek kurulamadı; beklenen ahu, hazırlanan yaldızlı kafese sokulamadı ve yaratılmak istenen safa gecesi velveleli bir hiddet sahnesi oldu. Çünkü bildiğimiz gibi esir hanına giden adamlar, padişah namına peylenen dilber mahlukun zorla satın alındığını görmüşler ve dehşetle karışık bir hayret içinde saraya dönerek bu umulmaz hadiseyi kızlar ağasına haber vermişlerdi. ‘

      Ağa böyle bir işin yapılabileceğine bir türlü inanamıyordu. Haberi getirenlerin çıldırdıklarına zahip olarak boyuna heriflere sözlerini tekrarlatıyordu. Lakin haberin sahih, vakıanın gerçek olduğuna kanaat getirmekte gecikmedi, sarayın temeline kundak sokulmuş veya has hazine soyulmuş gibi telaşa düştü, etekleri zil çala çala hareme koştu, Kandilli Bahçesi’ne gitmek üzere hazırlanan ve yaşmaklı feracesine sarılarak bir içim suyu bekleyen valide sultanın huzuruna girdi, büyük felaketi haykırdı.

      Şimdi Turhan Sultan da alıklaşmıştı, bütün haklarından uzaklaştırılarak yeni baştan çıplak bir esire çevrilmiş ve pazara atılmış gibi ızdıraplı bir hayrete kapılmıştı. Padişah için seçilmiş bir kızı zorla alıp evine götürecek bir adamın yeryüzünde var olabilmesi kadıncağızın havsalasına sığar şeylerden değildi. Onun için alık alık bakınıyor, sık sık yutkunuyor ve farkında olmaksızın yaşmağını bozup boynuna geçiriyordu.

      Neden sonra aklını başına devşirebildi.

      “Bu küstahlığı…” dedi. “Yapan kim?”

      “Serçeşme Deli Murat?”

      “Şu bizim Beşir’i silleleyen herif ha! Bu adam gerçekten mi deli, yoksa aslanımla boy ölçüşmeye mi hevesli?”

      “Orasını bilemem sultanım. Fakat bilinen şey, şevketlu efendimiz için peylettiğiniz kızı bu herifin zorla satın alıp götürdüğüdür.”

      “Uğursuz deli bu kızı nereye götürmüştür, ne yapmıştır dersin?”

      Sarayın baş hizmetkârı kızıl dudaklarını kara çenesine doğru sarkıttı.

      “Elbette…” dedi. “Bir deliğe götürmüştür. Efendimize vekil olup dernek kurmuştur.”

      “Onun derneğini başına, başını da siyaset taşına geçirmeli! Haydi sen koş, dört yana adam dağıt, Deli Murat’ın gizlendiği yeri bul, bana bildir, ben Kandilli Bahçesi’ne gidiyorum. Aslanım bari boş yere