kızcağıza vaziyeti açıkça anlattı, kendinin sefere aşmak mecburiyetinde bulunduğunu, o sebeple Deli Murat’tan miras kalan vazifeleri yapmakta güçlük çekeceğini söyledi, sonunda şu mülahazayı ileri sürdü:
“Sana yardım etmek kolay, üç beş kuruş param var, veririm, geçimini gözetirim. Lakin seferde başıma bir iş gelirse gene kimsesiz kalırsın, sıkılırsın, iyisi seni yanımdan ayırmamak, beraber götürmek.
Bunun için de senin ata binmen, er kılığına girmen gerek. Bilmem ki doludizgin at koşturmak; dağlar, dereler aşmak elinden gelir mi?.. Bu işleri gözüne kestirirsen seni kendime veldeş gösteririm, yanımda gezdiririm. Belki bahtın açık olur, iyi bir kısmet ele geçer. O vakit ben, kimseye sezdirmeden seni yeniden everirim. Yok, böyle olmaz da ben kötü bir kurşuna, kör bir kılıca kurban gidersem tımarım sana kalır, bizim ocak da dişi bir sipahi kazanır.”18
Sesini kesmiş lakin gözyaşlarını dindirememiş olan Bülbül Hatun, anlamadığı bir dille konuşan Kara Mehmet’i şuursuz bir teslimiyetle dinlerken o, biraz eğildi ve fısıldadı:
“Kocanın öcünü almak için de böyle yapmak zorundayız. Yan yana bulunalım ki fırsat elverince Deli Murat’ın diyetini devletlilere ödetelim. Sen burada oldukça, ben sınır boylarında dolaştıkça öç işini yürütmek güç olur.”
Öldürülen eşinin öcünü almak fikri, Bülbül Hatun’a bir değişiklik getirdi, nemli gözleri parladı, boynu dikildi, göğsü kabardı ve dudaklarında erkekçe bir sayha gürledi:
“Canımı bu yola korum ağa! Tek sen, beni sana emanet koyup göçen kardaşlığını unutma.”
Artık anlaşmışlardı, rahmetli Murat’ın hatırasını kutlamakla beraber onun intikamını almak fikrini her şeye tercih ediyorlardı, hep o mevzu üzerinde konuşuyorlardı, Kafkas dağlarında on on iki yıllık ömrünü eyersiz atlar üzerinde geçirmiş, uçurumlu ve korkunç ormanlar içinde dolaşa dolaşa korkuya karşı yüreğini kapalı tutmayı öğrenmiş olan Bülbül, erkek kıyafetine girmekten, uzun yürüyüşler yapmaktan ve savaşa atılmaktan hiç de perva etmiyordu. Bütün bunlara, kendini esirlikten çıkarıp hür yapmış olan Deli Murat’ın öcünü almak için katlanacağını düşündükçe kadınlıktan hakiki surette uzaklaşıyormuş gibi zevk ve heyecan duyuyordu.
Kara Mehmet, ağır ve acı bir dürüstlükle kısa yoldan yürümüş, en mühim bir işi en kolay surette halledivermişti. Artık memnundu, zulme uğrayan kardeşliğine karşı borçlu olduğu vazifeleri başaracağına kanaat getirmişti. Tasarladığı işlerin yapılmasındaki güçlüğü takdir etmiyor değildi. Fakat dul kızın gösterdiği uysallık kendine yürek kuvveti getiriyordu. Bu kuvvetle her güçlüğü yeneceğine şüphe etmiyordu.
Bu güvenle evden ayrıldı, bir sipahi veldeşine gerekli olan eşyayı hazırlamak üzere çarşıya gitti. O devirlerde sipahilerin yalnız veldeşleri değil, yeniçeriler gibi civelekleri de vardı. Akıncıların kökü kuruduktan sonra yanlarında böyle genç yoldaşlar taşımak âdeti sipahilere intikal etmişti. Kara Mehmet, mesleki haysiyetine çok bağlı ve anadan doğma savaş kurdu olduğu için sipahilerin ne veldeş ne civelek taşıma âdetlerine iştirak etmiyordu. Fakat Deli Murat’ın karısını kimsesiz ve bakımsız bırakmamak düşüncesiyle şimdi o âdetten istifade etmek ve Bülbül Hatun’u genç bir erkek kılığına sokarak veldeş tanıtarak yanında gezdirmek istiyordu.
Bunun için at, kılıç, tolga, cepken, sıkma ve çizme tedarik etmek lazımdı. Kara Mehmet, bir iki saat içinde bunları satın aldı ve atı sipahi hanı ahırlarına koyarak öbürlerini eve getirdi, Bülbül’ün saçlarını kendi eliyle kesip bir veldeşe yakışan şekle soktu, sipahiler arasında nasıl davranmak icap ettiğini uzun uzun anlattı.
“Ben…” dedi. “Şimdi gidiyorum. Bayrak ağalarına bir veldeşim olduğunu haber vereceğim. Yarın gelirim, seni alıp götürürüm, el öptürüp yoldaşlara tanıtırım. Sen hele bu geceyi evde geçir, gözlerini de sabaha kadar kurut.”
Fakat içi yanıyordu, Deli Murat’ın acıklı ölümünü bir türlü unutamıyordu. Bülbül’e karşı takındığı sakin vaziyeti, yalnız başına kalınca kaybetmişti. Ahlayıp pufluyordu. Bu sebeple hana gitmedi, bütün İstanbul’u bir serseri gibi dolaştı, şununla bununla hiçten sebeplerle dalaştı, yatsıya kadar bir yerde oturup dinlenmedi. Bütün evlerin ışıkları sönmeye başlarken o hâlâ sokaktaydı ve Yemiş İskelesi önlerinde bulunuyordu.
Maviliğini göğe devredip yarı esmer bir yüz gibi görünen deniz, her sırra ve her derde yer veren temiz bir kucağı andırıyordu. Kara Mehmet, bu kucağa yaslanarak yasını dinlendirmek, ruhunu doya doya dinlemek ihtiyacına kapıldı, uyumaya hazırlanan kayıkçılardan birine yaklaştı.
“Hemşeri…” dedi. “Bana Topçu Kara Mehmet derler, ünlü bir sipahiyim. Geceyi denizde geçirmek istiyorum. Top başında nişan almayı, at sırtında pala sallamayı bildiğim kadar kürek çekmesini de bilirim. Kayığını bana bırak, bir köşede tatlı tatlı uyku kestirmeye bak.”
Sözüne üç beş akçe de kattığı için kayıkçı “Hayhay yiğidim.” demek zorunda kaldı ve Kara Mehmet, iki üç dakika sonra denize açıldı. O devirde ne köprü vardı ne rıhtım. Yeni Cami de henüz yapılıp bitirilmişti ve ön merdivenlerini denize kadar uzatıyor gibiydi. Gamlı sipahi, kayığı yürüterek açığa çıktı, Anadolu yakasına doğru kürek çekmeye koyuldu. Sarayburnu’ndan uzak kalmak istiyor ve oraya bakmaktan acı bir haşyet duyuyordu. Yüreği hep Anadolu tarafına akıyordu. Vaktiyle akıncılar Rumeli’nin göğsünde, sipahiler Anadolu’nun koynunda yetişirler ve yeniçeriler sarayın kucağında beslenirlerdi. Akıncılarla sipahiler arasında ayrılık gayrılık yoktu. Bir sipahi kolaylıkla akıncı olabildiği gibi her akıncı da zaten sipahi idi. Fakat bu iki askerî zümre, sebebini kendileri de takdir etmedikleri hâlde, yeniçerilere neyzen bakışıyla19 bakarlardı. Yeniçeriler de onları için için kıskanırlardı. Akıncılar, kaynağı kuruyan bir kan seli gibi kaybolup gittikten sonra sipahiler yetim kalmışlardı ve yeniçeriler bu yetimlikten istifade ederek onları zaman zaman hırpalamışlardı. Artık bir sipahi için İstanbul, uğursuz bir köşeydi ve o köşeden uzak kalıp Anadolu’da yaşamak zaruret hâlini almıştı.
Kara Mehmet, şuur altında yaşayan bu zarurete şimdi daha kuvvetli surette kapılıyordu ve Sarayburnu’na uzak kalmak istiyordu. Elleri hep bu dileğe uyarak kayığa karşı yaka istikametini veriyordu.
Bir aralık kürekleri bıraktı, bulunduğu yeri tayin etmek istedi, Kandilli önlerine geldiğini anladı, Yemiş’ten oraya nasıl ulaştığının farkında bile değildi. Gözünde Deli Murat’ın kesik başı, kulağında onun gür sesi dolaşa dolaşa işte bir çırpıda bu mesafeyi aşmıştı.
Kara Mehmet mazlum dostundan selamlar getirir gibi mırıldandığını kuruntuladığı akıntıya kulaklarını verdi, bir müddet o uhrevi sesi dinledi, sonra yanık yanık içini çekti, gözlerini bahçeye dikti. O tarihte Kandilli Bahçesi padişahın en sevdiği tenezzüh20 yerlerinden biri idi. Sahilin üst yanındaki büyük kayaya oturtulan yarım düzine köşk ve geniş bir bahçe, bu zevk yuvasına zarif bir endam çiziyordu.
Kara Mehmet parlak bir gök ışığı altında bulanık billurlar gibi donuk bir beyazlık belirten köşklere baktı, sönüp parlayan ziyalar gördü, mırıldandı:
“Hünkâr, burada.”
Ve sonra gözlerini aşağıya, Sarayburnu açıklarına çevirdi, acı acı inledi:
“Deli Murat da orada!”
İçinde yaman bir hınç vardı, kuvvetli bir