M. Turhan Tan

Viyana Dönüşü


Скачать книгу

Hamza köylerinde ve Hasköy’de gene o büyük ordunun hatıraları canlandırıldı, Edirne’ye varıldı. O devrin Edirne’si pek mamurdu. Dört yüz on dört mahallesi, elli üç kervansarayı, altmış tüccar hanı, büyük bir bedesteni, yedi bin dükkânı vardı, pek işlek bir ticaret merkezi idi. Buğdayı, yemişi boldu, gül suyu ile şekerlemeleri çok meşhurdu.

      Elçi paşa kafilesi Edirne’de üç gün mola verdi. Başta, saray Bostancıbaşısı Kırkayak Koca Sinan Ağa olmak üzere, bütün şehir uluları tarafından saygı gördü. Oradan Kızılağaç Yenicesi’ne geçildi. Evliya Çelebi, eski Viyana seferine gidilirken bu menzilde halkın Sultan Süleyman’a arzuhâl sunup kadı ile hatibin hırsızlıklarından şikâyet ettiklerini ve hünkârın onları yakalatıp astırdığını anlattı. Oradan Çermen Ovası’na, Beyulahın’a varılarak ve Sazlıdere, Keklik, Halidçayırı, Dogoviçe aşılarak Filibe’ye gelindi.

      Evliya Çelebi, Filibe’ye yaklaşınca Kara Mehmet’in yanına sokuldu.

      “Yiğidim…” dedi. “Türkler Beç’e giderken burada yaman bir yağmura tutulmuşlardı. Meriç coşmuştu, köprüyü aşmıştı. Çadırlarda barınmak imkânı yoktu. Toplar su altında idi, topçeker hayvanlar boyunduruktan sıyrılıp yüzgeçlik yapıyorlardı. Bereket versin ki her yer ağaçlıktı, askerler üçer beşer, hatta onar yirmişer ağaçlara tırmanmışlardı. İki gün böyle geçti, bütün ordu bir kuş hayatı geçirdi, dallar arasında pinekledi. O hengâme arasında tuhaf bir vaka da oldu. Tanılmış beyler arasında bir Nakkaş Ali Bey vardı. O da bir ağaca çıkmıştı. Meğer sudan ürken bir sürü küçük yılan da aynı ağaca sığınmış imiş. Zavallı hayvancıklar Ali Bey’in ağzını, kulaklarını delik sandıklarından boyuna oraya saldırıp durmuşlar, adamcağızı yerinde duramaz hâle koymuşlar. Çok şükür ki biz iyi bir havada Filibe’ye ulaşıyoruz.”29

      Elçi kafilesi Filibe’den sonra Kuruçay’da, Karapınar’da, Manendler’de, İhtiman’da, Karaman köyünde konakladı. Bütün o merhalelerde istila devirlerinin izleri, eserleri vardı. 1529’da Viyana’ya giden azametli ordunun hatıraları ise hemen her adımda göze çarpıyordu. Türk, Bulgar, Rum, Ulah, Yahudi ve bütün halk, o hatıraları nesilden nesile yadigâr kalmış birer tarih sahifesi gibi saygı ile terennüm ediyorlardı. Müslümanlar belki Kur’an okumuyorlardı, Hristiyanlar İncil ayetlerini anlamıyorlardı, Tevrat yalnız hahamların koynunda geziyordu. Lakin yüz kırk üç yıl önce Viyana’ya giden büyük ordunun menkıbeleri her dilde ve her evde yaşıyordu.

      Kafile bu konuşulan tarihi dinleye dinleye ve kendi aralarında onu yaşata yaşata ilerledi, Eflaklar köyünü, Karayel Boğazı’nı, Sokova’yı, Ozor köyünü geçti, Ilıcaları ve Şehirköy’ü dolaşıp Niş şehrine geldi.

      Burada elçi paşayı sipah kethüda yeri, yeniçeri serdarı, muhtesip, voyvoda, dizdar karşılamışlar ve Ali Ağa’nın konağına konuk vermişlerdi. Ev sahibi 295 kişiyi kolayca barındırdığı gibi üç gün de mükellef ziyafetler çekerek ağırlamıştı. Elçi paşa, bu cömert ağaya bir at verdi ve o, misafirlerine bohça bohça kumaş, yüz hayvan dağıttı. Kara Mehmet’le Evliya da ikramdan hisse alanların başında bulunuyorlardı.

      Niş’ten sonra, Yerlidere, Alacahisar, Serloç, İre menzillerinde çadır kuruldu, Morava Suyu aşılarak Baniçe’ye, Libaniçe’ye, Korşoviçe pazarına, Akkilise’ye, Hisarlık’a varıldı ve oradan Belgrad’a gidildi.

      İstanbul’dan çıkıldığı günden beri her yerde karşılanıp uğurlanan kafile, Belgrad’da yapılan parlak istikbali hiçbir yerde görmemişti. Semendere beyi iki bin cebelisiyle, alay beyi ve çeribaşısı yiğitleriyle elçi paşayı karşılamaya çıktıkları gibi her biri bir saray sahibi olan Macar Ali Ağa, Zülfikar Ağa, Parmaksız Hüseyin Ağa, Ramazan Ağa, Alacahisarlı İbrahim Çelebi, Koca Yusuf Ağa, Şit Efendi gibi eşraf da debdebeli bir alayla üç saatlik yere kadar gelmişlerdi.

      Elçi paşa, üç yüz yıllık tarihin şerefini Tuna boylarında çelik göğüslerini gere gere koruyup duran bu eski fatihler evladını görünce heyecana kapıldı, yanı başında duran Kara Mehmet’e doğru eğildi, fısıldadı:

      “Bir gün şu kale elden çıkarsa ne olur bilir misin?”

      O, hayran hayran mırıldandı:

      “Ne olur?”

      “Osmanlılar bütün Rumeli’den kovulur!”

      “Allah o günü göstermesin.”

      “Âmin amma devletlilerimiz har vurup harman savurursa bu felaketin er geç yüz göstereceğine iman getir!”

      Belgrad beyleri, ağaları elçi paşayı kolaylıkla bırakmak istemiyorlardı ve sabah akşam ziyafet çekerek ikrama boğuyorlardı. Bu ziyafetlerden haz alan en çok Evliya Çelebi idi. Ünlü seyyah, has un yufkasından tereyağıyla, bademle yapılan ve araba tekerleği kadar büyük tepsilere dizilen baklavaları, tarçınlı, karanfilli zerdeleri, kırmızı burunlu iri boy tavukların kebaplarını, fırına verilen sazan ve misin balıklarını, kırk dirhem çeker kuru kayısıları, her biri yumruk büyüklüğünde şeftalileri atıştırdıkça neşeleniyor ve her lokmayı bir hatıra olarak defterine kaydediyordu.

      Fakat elçi acele etmek mecburiyetindeydi. Çünkü sınırda Avusturya sefiriyle mübadele olunacaktı. Bu sebeple Belgrad’da fazla kalmadı, gene Sultan Süleyman devrinde Viyana’ya giden büyük ordunun silinmeyen izi üzerinde yürüyerek yola çıktı, Semlin’e geçti. O eski ve haşmetli yürüyüş sırasında bir sipahi burada ekili tarlalara at bırakmış ve birkaç tutam ot yedirmişti. Elçi paşa, Kara Mehmet’i çağırarak bir ağaç gösterdi.

      “İşte…” dedi. “O sipahi bu ağaca asıldı. Ağır, fakat doğru bir ceza. Harbe giden asker, kendi yurdunda da düşman yurdunda da tarla çiğnetemez.”

      O vaktin devletlileri böyle işlerde çok titiz davranırlardı. Başka türlü de iki yüz elli bin asker, tek bir nefer gibi Viyana önüne götürülebilir miydi?

      Kara Mehmet, hasretle anılan o devirlerin böyle bir tahassüre layık olduğunu anlamakla beraber elçi paşanın tarizli30 sözlerindeki sırrı kavrayamıyordu. Asılan sipahi hikâyesini dinledikten sonra açıkça sordu:

      “İçiniz pek yanık. Fırsat düştükçe sağa sola sitem püskürüyorsunuz. Hikmeti ne ola sultanım?”

      Elçi paşa hiç düşünmeden cevap verdi:

      “Hünkârın avcılığı, vezirin mansıp31 hırsı, ocağın esnafla dolması, sipahiliğin erimesi, halkın salgın altında ezilmesi bu koca devleti kökünden sarsacaktır. Ben, gülün dikenini seziyorum. Devletliler kokusunu paylaşıyorlar.”

      “Dini bütün, eli temiz birkaç kişi ile dertleşseniz de işlere düzen vermek yolunu arasanız olmaz mı?”

      “Toyca konuşma adaş! Sarhoşa ayıl denir mi hiç? Başındaki duman geçmeli ki ayılsın. Bizim devletlilerin de kafaları taşa çarpmadıkça gözlerindeki perde düşmez.”

      Semlin’de olduğu gibi Obriesch’de, Sabac’da, Jarak’ta, Loradolukça’da, Vokovar’da da hep bu mevzu üzerinde konuşuldu, gelecek günlerin sakladığı felaketlerin tahminiyle uğraşıldı. Elçi paşa, gereksiz olarak sınırdan sınıra koşturulan, savaştan savaşa sürülen ordunun en iyi unsurlarını kaybetmekte ve için için zayıflamakta olduğunu, düşmanın ise dört yandan yardım alarak gün başına kuvvetlendiğini iddia ediyordu. Onun görüşüne göre yedi düvele meydan okumak zamanı artık geçmişti. Hüner, bu yedi düvelden bir ikisini dost yapmalıydı. Hâlbuki devleti idare edenler hâlâ Sultan