M. Turhan Tan

Viyana Dönüşü


Скачать книгу

hayalini arıyormuş gibi uzun uzun bakındı:

      “Gene burada…” dedi. “Köy yakanların canlarını kıyasıya yakacağını Sadrazam İbrahim Paşa ilan etmişti. Esir yakalamak da yasak edilmişti. Çünkü Türk ordusu çarpışacak düşman taburları arıyordu, silahsız köylülere el kaldırmak onun şanına yakışmazdı.”

      İşte her gün ve her konakta bu konuşmalar yapılıyordu, yüz elli yıl önceki tarih -satır satır- tekrar olunuyordu. Kara Mehmet, bütün bu hasbihâllerden heyecan duymakla beraber kendi düşüncelerinin de buhranından kurtulamıyordu, gecelerini Aygut diye tanıttığı Gülbeyaz’ın yanında ve çergede geçiriyordu. Gültekin adını taşıyan Bülbül Hatun yalnız başına büyük çadırda yatıyordu. Bu vaziyeti başkalarına sezdirmemek için Kara Mehmet ihtiyatlı bir hovarda gibi davranıyordu, el ayak sesi kesilinceye kadar çadırda kaldıktan sonra karısını alıp çergeye çekiliyordu. Fakat Gültekin’i yalnız bırakıp da ayrıldığı dakikadan onu ertesi gün tan yeri ağarırken görünceye kadar garip bir iç tatsızlığına kapılıyordu. Deli Murat’ın bu aziz yadigârını matemiyle baş başa bırakıp Gülbeyaz’la bir yastıkta uyumayı kaba ve çirkin bularak üzülüyordu. Bu üzüntüyü karısına sezdirmemek kaygısı da ona ayrı sıkıntı oluyordu.

      Dudaklarına tebessüm getiren tek bir meşgale vardı: Erkenden Aygut’la Gültekin’i alıp kafileden ayrılmak, bir saat kadar onlara binicilik ve atıcılık temrinleri32 yaptırmak!.. Herkes kahvaltı alırken ve çadırlar yıkılıp ağırlıklar mekkârelere yükletilirken o, gerilerde veya yanlarda kadınlara ders vermekle bir iki saat oyalanır ve bütün gözlerden uzak tutmaya çalıştığı bu talimler sırasında en çok Gültekin’le alakalanırdı. Geceleri yetim yaşayan bâkir dulun bu alaka ile gönlünü aldığına zahip oluyor ve daha doğrusu her gece tazelenen kabalığını her sabah yenileşen alakasıyla tamire çalışıyordu.

      Aygut’un da Gültekin’in de ata binmekte, kılıç kullanmakta gösterdikleri kabiliyetten memnundu. İkisi de dişi olduklarını belli etmeyecek kadar o işlerde meleke sahibi olmuşlardı. Yalnız ok atmakta henüz acemi görünüyorlardı. Yay, onların elinde bir kasnak gibi esniyordu ve ok, bir fiske durumunda kalıyordu. Kara Mehmet, kendi bileğindeki kuvvetten bir parça koparıp da kadınların pamuk bileklerine aşılayamadığı için elem çekiyordu. Fakat onların at üstünde ve kılıç işinde dişiliklerini belli etmemelerinden aldığı tesliyet bu elemi hafifletiyordu.

      Drava’nın öte yakasında Evliya Çelebi, yüz elli yıl önceki tarihin heyecanlı bir sahnesini anlattı. Kafilenin çadır kurduğu yerde, Viyana’ya giden ordu da konaklamış ve yaman bir fırtına baskınına uğramıştı. Bilgin seyyah, Kara Mehmet’in koluna yapışarak bütün o mıntıkayı gezdirdi.

      “İşte…” dedi. “Şuraya bir yıldırım düşmüştü, dokuz sipahiyi birden yakıp kömüre çevirmişti. Ordu, içlerinden dokuz kurban alan gökten inme felaketi oka tutamadıklarından dolayı sinirleniyordu, homurdanıyordu. Kumandanlar, soğukkanlılıkla orduya yapılacak vazifeyi gösterdiler ve iki yüz elli bin kişiye dokuz yıldırım şehidinin önünde baş eğdirip cenaze namazı kıldırdılar. Dünya kuruldu kurulalı hiçbir ölünün önünde bu kadar baş eğilmedi!..

      Bir gün sonra Mohaç’a gelmişlerdi. Elçi paşa da Evliya da artık heyecanın son haddine yükselmişlerdi, Bali Bey’in çevirme hareketiyle bu sahrada kralından son neferine kadar yok edilmiş olan düşman ordusunun nasıl eritildiğini anmakta ve anlatmakta âdeta yarış yapıyorlardı. Tabiatın bir ova olarak yarattığı Mohaç, Türk’ün o şanlı zaferinden sonra Avrupa’nın göğsüne işlenmiş bir tarih yaprağı olmuştu. Elçi ile Evliya derin bir vecd içinde yazısı kıyamete kadar silinmeyecek olan bu yaprağın nurlu satırlarını okuyorlar ve yanındakilere dinletiyorlardı.

      Evliya bu hikâyeler sırasında Kral Zapolya’nın Mohaç’ta Sultan Süleyman’la nasıl buluştuğunu da anlattı.

      “İşte…” dedi. “Şurada, şu önünde bulunduğumuz yüksek noktada hünkârın otağı kurulu idi. Yıl 935. Ay zilkade. (20 Temmuz 1529) Sıcak bir gündü. Zapolya, altı bin atlı ile ayak öpmeye gelmişti. Sadrazam onu elli yeniçeri ve elli süvari ile karşıladı, hünkârın yanına götürdü. Otağın iç tarafında saray ve ordu ağaları sıralanmışlardı. Arkalarında silahlı solaklar, çavuşlar ve müteferrikalar duruyordu. Dışarıda yeniçeri alayları saf saf dizili idi. Onların ilerisinde sipahilerle Rumeli ve Anadolu askeri sağlı sollu yer almışlardı.

      Sultan Süleyman Macar Kralı Zapolya’nın otağa girdiğini görünce ayağa kalktı, üç adım ilerledi, elini uzattı. Kral, kendine taç ve ülke ihsan etmiş olan bu eli öpmekle beraber dizüstü geldi, hünkârın ayaklarına yüzünü gözünü sürdü. Sonra verilen işaret üzerine hünkârın sağ tarafında yer aldı, el pençe divan durdu. Üç vezir, İbrahim, Ayas ve Kasım paşalar, solda ve ayakta duruyorlardı.

      Hünkâr, hâl ve hatır sorduktan, Şarlken’in kardeşi olup Avusturya tahtını işgal eden Ferdinand’ı da Mohaç’ta bataklığa sürülerek öldürülen Kral Lui’ye yoldaş yapacağını söyledikten sonra Zapolya’ya sırmalı çuhadan dört kaftan giydirtti, Budin’i alır almaz onu Arpatların, eski Macar kralının tahtına oturtacağını vadederek çadırına yolladı.”

      Kara Mehmet, bu hikâyeyi dinlerken Erdel Kralı Apafi’nin Sadrazam Köprülü oğlu Fazıl Ahmet Paşa tarafından Uyvar’da nasıl kabul olunduğunu kendisine anlatmış olan Deli Murat’ı hatırladı, gamlı gamlı içini çekti ve elemini avutmak için sordu:

      “Zapolya gerçekten Macar iline kral yapıldı mı?”

      Evliya Çelebi cevap verdi:

      “Budin alındıktan sonra hünkâr sözünde durdu, sekbanbaşıyı Zapolya’nın yanına yolladı, onun eliyle herifi Macar tahtına oturttu.”

      “Sekbanbaşı bu iş için küçük gelmez mi?”

      “Bir Macar kralı, o zamanlar yeniçeri ağasından küçük görülürdü.”

      Erdel kralını bir levent yollayıp ayağına çağırtan Köprülü oğlunu düşünerek Kara Mehmet bu söze hak verdi ve hikâyenin sonunu anlamak istedi:

      “Zapolya Macar krallığında çok kaldı mı?”

      “Ölünceye kadar. Fakat Nemse kralıyla uyuşmaya çalıştı, Türklerin sevgisini kaybetti. Kellesi tehlikede iken ecel imdadına yetişti, cellat satırından kurtulup rahat döşeğinde can verdi. On beş günlük bir çocuk bırakmıştı. Sultan Süleyman, Budin gibi bir şehri ve Macar ili gibi bir ülkeyi süt emen bir çocuğa bırakamazdı, onun için Budin’i Türk sınırı içine aldı, Zapolya’nın oğluna Erdel hanlığını verdi.”

      Kara Mehmet, bir emirle krallıklar deviren, dilediğine tahtlar bağışlayıp dilediğini tahtsız bırakan eski devir hükümdarlar ile avdan başka bir şey düşünmeyen şimdiki hünkâr arasında zihnî mukayese yürütüyor ve Türk gücüne dayanmayı, o güçle en güç işleri başarmayı bilen eskilerin yerinde Avcı Mehmet gibilerin yaşamasını bir felaket sayıyordu. Gerçi o günün vezirleri de Erdel krallarına ayak öptürüyorlardı. Lakin beri taraftan Nemse kralına elçi yollayıp sulh istiyorlardı. Demek ki devir değişmişti, Türklüğün şerefi, artık tavşan avlamak zevkine feda ediliyordu. Bu yakışıksız davranışa karşı gelmek, hiçten sebeplerle kanları dökülen Deli Murat gibilerin de öcünü almak gerekti. Kara Mehmet, Evliya Çelebi’yi dinlerken gene bu noktaya zihnini kaptırdı fakat sustu.

      Kafile Mohaç’tan Botaszek’e geçti, sonra Szegzard Suyu’nu aşarak o adı taşıyan köye ulaştı, oradan Bintil, Besnyoe yoluyla Kolavar’a vardı. Evliya Çelebi, eski Viyana seferine gidilirken bu konak yerinde Sadrazam İbrahim Paşa’ya seraskerlik