M. Turhan Tan

Viyana Dönüşü


Скачать книгу

düşüncelerinden bir silkinişte sıyrıldı.

      “Çalınan mal…” dedi. “Nerede bulunursa geri alınır. Ben de bu yüzüğü senden alıp sahibine vereceğim.”

      Kadın, hayran hayran sordu:

      “Sahibi kim?”

      “Bu sabah kafası kesilen Deli Murat’ın karısı. Şu senin kıskandığın kız. O şimdi dul kaldı, benim koltuğumun altına sığındı.”

      Ve kadının yüzükle Deli Murat ve dul kadın arasındaki münasebeti kavrayamadığını sezerek bütün bildiklerini kısaca anlattı:

      “Görüyorsun ya…” dedi. “Bu elmasın yeri o dul kadının parmağıdır. Ölüden çalınan malı o ölünün mirasçısına vermeliyiz.”

      Gülbeyaz, memnun bir uysallıkla yüzüğü parmağından çıkardı. Kara Mehmet’e uzattı. Bu hareket, ikisini pek yakınlaştırmıştı. Birbirlerinin göz bebeklerinde kendilerini görebilecek kadar nefes nefese gelmişlerdi. Ölümden kurtulan kadın işte bu durumda halaskârını iyice görmek fırsatına erdi ve birden sarsıldı. Kara Mehmet ona, başlarında asılı duran muhteşem aydan parlak görünmüştü. O güne kadar erkek olarak yalnız hünkârı tanıyan Gülbeyaz, bu mevzudaki dar bilgisinin birden genişlediğini seziyor ve zihninde açılan o genişlik, yüreğine de aktığı için garip bir zelzele geçiriyordu. Bir erkek bakışının nasıl olabileceğini işte şimdi anlıyordu. Kara Mehmet’in gözleri ona, bu yaman hakikati de öğretmişti ve bu taze bilgiden içine tatlı bir sarhoşluk yayılıyordu.

      Erkek, uzatılan yüzüğü alıp çekilirken kadın, kalbinden süslü bir hayalin kırık dökük fırlayıp denize düştüğünü ve güçlü kuvvetli bir hayalin kırarak dökerek onun yerini işgal ettiğini sezdi, ellerini yüzüne kapayarak inledi:

      “Yiğidim, senin adın ne?”

      “Sipahi Kara Mehmet!”

      “Kara öbürü yiğidim, öbürü. Sen şu aydan beyazsın!”

***

      Gülbeyaz, saraya dönmeyi artık düşünmüyordu bile. Çünkü padişahın hayaliyle beraber sarayın bütün cazibesi de yüreğinden sökülüp gitmişti. Bakışları ancak yüzde ve deri üzerinde donuk donuk dolaşıp yüreğe inmeyen, sesinde yalnız altın şıkırtısı duyulan hünkâr ile bakışlarını yaralayıp kanatmayan bir hançer kesikliğiyle ta kalbe sokan, sesinde denizlerin azametli uğultusunu taşıyan Kara Mehmet’in arasındaki farkı sezmek onu birden çılgına çevirmişti, her fedakârlığa katlanacak vaziyete düşmüştü.

      Kendi düşüncelerine çok uygun olan bu hâletten istifade etmeyi Kara Mehmet de ihmal edemezdi, Gülbeyaz’la nikâhlanmayı hemen tasarladı, kayığı gene Yemiş’e sürdü, ıslak kadını saracak bir örtü buldu ve doğruca Bülbül Hatun’un evine yollandı. Bütün bu işlerde ilahi bir kudretin dileğini ve bileğini sezinsediği için endişesiz davranıyordu, gökten omzuna bir vazife yükletilmiş gibi şen bir itimat içinde düşüncelerine düzen vermeye savaşıyordu.

      Onu, küçük bir lahza demlendiren şey, iki kadını karşılaştırmak oldu. Hünkârın dileyip de alamadığı Bülbül’le onu görmeden kıskanan ve hünkârın koynundan alınan Gülbeyaz iki masum rakip ve iki mazlum kadın vaziyetinde bulunuyorlardı. Birinin yüzünden yiğit bir hayat heder olup gitmişti, birinin de gene o hadise ile ilgili entrikalar sebebiyle bizzat heder olmasına ramak kalmıştı. Bu işler, Bülbül’le Gülbeyaz’ı hem dost hem düşman yapabilecek amillerdi. Kara Mehmet, arada düzeltici bir rol oynayarak onları kardeş yapmak istiyordu.

      Fakat ilk karşılaşmada hayli kekeledi, Bülbül’ü ağlatmamak için sarayı ve hünkârı ağza almaktan mümkün olduğu kadar çekindi, sadece Gülbeyaz’ın denize atılmış bir kurban olduğunu söylemekle iktifa etti, onunla nikâhlanacağını ise ancak hissettirdi. Lakin bu dikkatlere, bu inceliklere hacet yoktu. Bülbül, kendine can yoldaşı olacak bir kadın görünce çocuk gibi sevinmişti, onun kim olduğunu öğrenmeye bile lüzum görmeden boynuna sarılmıştı.

      “Seni…” diyordu. “Allah gönderdi. Ben düşünde er gören bir kadınım. Gözümü açtım, kendimi dul buldum. Şimdi ağanın kanadı altında yaşıyorum. Fakat o, bir erkek. İşi var, gücü var. Öyle de olmasa derdimi kendine dinletemem. Şimdi sen geldin, içime ferahlık getirdin, öz kardeş gibi yan yana, can cana yaşarız. Değil mi?”

      Kendini kıskanan, kendini kündeden atıp inciten ve sonunda ölüme sürüklemek isteyen haseki sultanla Bülbül arasındaki ruh farkını hemen kavramış olan Gülbeyaz da bu çocukça sevince karşılık vermekten geri kalmadı, Bülbül’ü göğsüne bastırıp uzun uzun sıktı.

      “Senin…” dedi. “Ablan olacağım. Yaralı yüreğini tımar edeceğim.”

      Kara Mehmet bu sahneyi seyrettikten sonra iki kadının yanlarına sokuldu.

      “Böyle…” dedi. “Canciğer oluşunuz hoşuma gitti amma beni unutmanız doğru değil. Siz, ulu Tanrı’dan sonra bana bağlısınız. Onun için ne dersem onu yapacaksınız.”

      Ve hemen düşüncelerini sıraladı:

      “Ben sipahiyim, her yıl sefere aşarım. Siz de saraya karşı suçlusunuz, ulu orta yaşayamazsınız. Mutlaka gizlenmelisiniz. Hünkâr, ilk kızgınlık hızıyla Bülbül’ü unutmuş görünüyor. Fakat yarın aratır, ondan da hınç çıkarmaya çalışır. Gülbeyaz ise büsbütün tehlikede, belki şimdiden denize dalgıçlar inmiştir, bütün Marmara’ya kayıklar yayılmıştır. Olur ki bir iz bulunur, o izin üzerinde yürünür, buraya kadar gelinir. İyisi, yakamızı ele vermeden savuşmak. Ben Bülbül’ü hazırladım. Şimdi Gülbeyaz’ı da ona benzeteceğim. İstanbul’dan çıkaracağım.”

      Kara Mehmet dediğini yaptı. Denizden çıkardığı kadını da Bülbül Hatun gibi erkek kılığına soktu, silahlandırdı, atlandırdı. Daha önce nikâh işini de başardı. O, şeri hilelere akıl erdiren bir adamdı. Gülbeyaz’ın yeniden dünyaya gelmiş sayılacağını esas tutarak hürriyetine fetva veriyor ve bu fetva ile onun kendine varmasını caizleştiriyordu. İddet meselesini ise beş altı aydan beri hünkârla uzaktan merhabalaştığını söyleyerek, bizzat Gülbeyaz halletmişti.

      İşte bu suretle her iş yoluna girdi, kadınların sipahi kalabalığına karışmalarına hiçbir engel kalmadı. Fakat Kara Mehmet, birisi kendisinin eşi olan şu iki kadını gelişigüzel ortaya çıkarmaktan çekiniyordu. Onların kadınlığı sezilirse rezalet muhakkaktı.

      Bu endişeyi umulmaz bir tesadüf giderdi. Elçilikle Viyana’ya gitmesi kararlaştırılan Müteferrika Kara Mehmet Ağa’ya yeni vazifesi dolayısıyla paşalık verilmişti. Elçi paşa, muhteşem bir daire tertip etmek mecburiyetinde bulunuyordu. En azından üç yüz kişiyi ihtiva edecek olan bu daireye -yerinde silah kullanmayı bilir- beş on yiğidin de alınması lazımdı. Kara Mehmet Paşa, işte bu zaruretle sipahi hanına başvurdu, Viyana’ya gidip gelinceye kadar kendisine yoldaşlık etmek üzere birkaç er istedi. Böyle işlere ünlü sipahilerin yanaşmasına imkân yoktu. Fakat Kara Mehmet, iki kadını İstanbul’dan kolaylıkla uzaklaştırabilmek düşüncesiyle elçi paşanın dileğine hemen muvafakat gösterdi ve kendisiyle kısa bir görüşmeden sonra genç sipahi kılığındaki kadınları alarak Kara Mehmet Paşa’nın konağına gitti, yerleşti.

      O, Bülbül’le Gülbeyaz’ı tanıştırırken elmas yüzüğü dile almadığı gibi sonra da meydana çıkarmamıştı. Onu, bir uygun fırsat bulup da Bülbül’ü evlendirdiği gün vermek kararıyla koynunda taşıyordu. Yiğit adamı, yüzük işinde böyle davranmaya sevk eden sebep gayet sade idi. O, Deli Murat’tan hünkâra, ondan Gülbeyaz’a geçen yüzüğün şu sırada meydana çıkmasını, tehlikeli telakki ediyordu. Çünkü Bülbül,