hareket edebileceğini, şeri ve kanuni bütün cürümlerden üstün bir suç işlemiş olan Deli Murat’ı cezalandırmak imkânını elde ettiğini düşünerek biraz müteselli oluyordu. Fakat gene uyumuyordu. Topkapı Sarayı ile Kandilli Bahçesi arasında mekik dokuttuğu kayıklarla boyuna adam yollayarak suçlunun sorgu işini idare ediyordu, uzun bir gece Kandilli’den giden sorular ve Topkapı’dan gelen cevaplarla geçti ve sabaha doğru vakıanın her tarafı aydınlandı. Hünkâr, birbiri ardınca gelen raporları okumak, sorguda bulunan adamları ayrı ayrı dinlemek suretiyle gün doğarken Deli Murat meselesinin her yanını öğrenmiş bir vaziyette bulunuyordu.
Onun -uzun bir incelemeye müstenit olan- kanaati şu biçimdeydi: Sipahi Kara Mehmet’in ne harem ağaları işinde ne kızın zorla satın alınıp götürülüşünde müessir bir alakası yoktu. Bütün bu küstahlıkları yapan Deli Murat’tı ve bu neticeye göre de yalnız onun cezalandırılması gerekti.
Hünkâr, yapılan incelemeler sırasında Deli Murat’ın Uyvar kahramanlarından biri olduğunu, Kara Mehmet’in de adı henüz dillerde ve hatta yabancı illerde gezen kahraman topçu bulunduğunu öğrenerek endişeye düşmüştü. Uyvar’a ilk olarak bayrak diken Abbas’a kendi eliyle sorguç takmış, dirlik15 vermişti. Hemen onun kadar bahadırlık gösteren bir adamı şimdi cezalandırmayı düşünmek kendine korkunç geliyordu.
Çünkü Deli Murat gibi adamların gönüllerde tuttuğu yer pek büyüktü. Onlara ilişmek, bir ormanı ateşlemek gibi yapılması belki kolay, fakat doğuracağı yangının ne biçim alacağı bilinememek bakımından tehlikeli bir işti. Fakat hünkâr, için için endişelenmekle beraber bu vaziyette miskin davranmayı kabul edemedi. Bahadırlığa, yapılmış büyük hizmetlere saygı gösterildiğini hissettirmek için Kara Mehmet’e ilişmedi, hatta onun aranmasına da müsaade etmedi ve bu hareketiyle ileride doğabilecek her türlü fitneye karşı kendini siperleşmiş olduğuna inanç getirdikten sonra padişahlık haysiyetine vurulan darbeyi cezalandırmayı kararlaştırdı. Korku, iki kahraman arkadaştan birini kurtarıyordu. Hınç, onlardan birini felakete sürüklüyordu.
Avcı Mehmet, fikriyle hissini bu şekilde denkleştirdikten sonra ilk gün ışığı içinde kayığa atladı, Topkapı Sarayı’na geçti. Yalı köşküne adım atar atmaz bostancıbaşıya ıslıklı bir sesle sordu:
“Nerede Deli Murat?”
“Kapı ardında.”
“Şimdi kafasını kestir, başını ibret taşına koydur!”16
Bu emir, üç beş dakika içinde yerine getirildi, iki harem ağası tarafından saray hesabına görülüp beğenilen bir kızın satın alınmasını, nikâhla eş yapılmasını büyük bir suç olarak telakki etmekten hâlâ uzak bulunan zavallı yiğit Türk’ün kellesi uçuruldu. O, cellatla karşılaştığı vakit nasıl bir akıbetle yüzleştiğini anlamış, acı acı gülümseyerek şu sözleri haykırmıştı:
“Düşman kılıçlarının düşüremediği bir başı saray cellatları düşürüyor! Bu, utanılacak bir şey! Yalnız unutmayınız ki insanlar ölür, hınçlar yaşar! Bir gün olur, benim de öcümü alan bulunur!
Ve satır boynuna inerken gözlerinin önünde iki şey dalgalandı: Uyvar’a diktiği bayrak, bakir bir dulun beklediği boş yatak!..
Kara Mehmet, faciayı sipahiler hanında kahve içip çubuk tüttürürken haber aldı, o, delidolu arkadaşının şen bir yüzle gelip kendini bulacağını umuyordu ve gerdek gecesinin hikâyesini dinlemeye hazırlanıyordu. Gerdeğin mezara çevrildiğini, Deli Murat’ın öldürüldüğünü işitince elemli bir hayrete kapıldı, ilkin “Yalan!” diye haykırdı, sonra uzun uzun ağladı.
Ünlü bir sipahi gözünden dökülen yaş, barut fıçısına akıtılan alev gibidir, mutlaka infilak yapar. Kara Mehmet’in ağladığını gören sipahiler de kıvılcım yağmuruyla karşılaşmış küme küme barut gibi korkunç bir durum almışlardı, homurdanıyorlardı. Fakat Mehmet, ateşlediği fıçıyı bir zelzele yapmadan söndürmeyi de becerdi, mendilini kuşağına sokup ayağa kalktı, kendini çerçeveleyen yoldaşlara yalvardı:
“Saraya karşı zinhar dil uzatmayın. Yedi düvel pusuda. Biz burada fitne çıkarırsak onlar fırsat bulup sınırları aşarlar. İyisi mi şu yapılan kepazeliği de duymazlığa gelmektir. Varsın hünkâr, Deli Murat’ın kanıyla sakalına kına koysun, elbet sırası gelir, o kına yıkanır!”
Ve münakaşaya yer bırakmamak için iki genç sipahiye eliyle işaret etti:
“Doğan sen, Gökdemir sen, benimle bile gelin. Saraya gidelim, Deli Murat’ın kellesiyle bedenini alalım, namazını kıldırıp gömdürelim. Geç kalırsak zavallıyı balıklara yem yaparlar.”
Saray, bir hak ister gibi davranan bu üç sipahi önünde mürai bir yüz takındı, yerde sürünmemesi için cesedin denize atıldığını söyledi ve yalnız ibret taşı üstüne konulmuş olan kelleyi verdi. Artık ağlamayan Kara Mehmet de aziz dostunun mütehayyir bir bakış taşıyan başını öpüp koçtuktan17 sonra mendiline sardı. Sipahi hanına girdi ve muhteşem bir alay kurarak namazını kıldırdı, bir mezarlığa kendi eliyle gömdü.
Şimdi ondan dul kalan güzel kızı düşünüyordu. Arkadaşının Bülbül Hatun dediği bu genç mahluk ne olacaktı? Daha yirmi dört saat önce esirlikten kurtulan Bülbül, hürriyet zevkini kana kana tatmadan, hatta o zevkin var olduğunu anlamadan gene kediler, köpekler, kurtlar eline mi düşecekti?.. Kara Mehmet, kardeşten üstün tuttuğu Deli Murat’ın dul karısına böyle bir akıbeti layık göremiyordu, olanca kuvvetiyle onu korumak istiyordu, fakat nasıl?..
Mert sipahi bu düşüncenin ızdırabı içinde kıvranırken Zeyrek’teki evin ihtiyar bekçisi hana geldi, geceleyin evden alınıp götürülen Murat Ağa’nın hâlâ dönmediğini, gelin hanımın tasalandığını ve kendisini görmek istediğini söyledi. Ölüm tehlikesi sezdiren herhangi bir davet önünde küçük bir sendeleyiş duymayan Kara Mehmet, Bülbül Hatun’un yanına gitmekten enikonu korkuyordu. Matemli bir kadın, zulmün dul bıraktığı bir gelin ona yaklaşılmaz bir felaket gibi ürkünç geliyordu. Bununla beraber vicdanına düşen borcu hemen ödemek lazım geldiğini de takdir ediyordu. O sebeple içi yana yana kalktı, ihtiyar kadının ardına düştü, daha kurulurken çöküvermiş olan talihsiz yuvaya gitti, yüzünü gözünü örterek yanına çıkan sahipsiz Bülbül’le karşılaştı ve onun ağzını açmasına zaman vermeden felaketi haber verdi:
“Bacı…” dedi. “Deli Murat göçtü. Artık sen dulsun, ben öksüzüm! O senin kocandı benim de kardeşim. İnsanlar, kardeş yetimi de olurlarmış, bunu yeni öğrendim. Şimdi karşı karşıya geçip ağlamalıyız. Lakin ne faydası var?.. Kesilen başlar, dökülen yaşlarla yerine gelmiyor, bir giden bir dahi geri dönmüyor. Onun için ağlamayı, sızlamayı bir yana koy da yarasını kendi tımar eden yiğitler gibi davran: Nideceksin, tek başına ne yapacaksın? Sığınacak yerin, yiyecek ekmeğin var mı?..”
Bülbül Hatun, kara ve kapkara bir düş görüyor gibiydi, kocasının göçtüğünü, kendisinin dul kaldığını söyleyen, fakat bu facia karşısında ağlamamayı tavsiye eden Kara Mehmet’in deli mi, divane mi olduğunu kestiremiyor ve bu söylenen sözlere mukabil ne yapacağını da tayin edemiyordu. Ruhi bir karanlık ve kargaşalık içinde hafakanlar geçiriyordu. Ancak Kara Mehmet’in susması üzerine dağınık aklına biraz düzen verebildi, kekeleye kekeleye sordu:
“Erim nerede kaldı ağa, ben onu bekliyorum.”
Kara Mehmet, gamlı gamlı başını salladı:
“Erin göçtü kızım, göçtü!”
“Nereye