M. Turhan Tan

Viyana Dönüşü


Скачать книгу

ise o işi sınamış, sayısız savaşlar içinde pişmiş bir adamdı. Şimdi, ruhundaki kabiliyete ve o tecrübelere göre davranmak zorunu duyuyordu. Çünkü oturduğu ev, önünde serili duran yatak, sevinci kırılmış ve gözlerine şaşkın bir elem dolmuş olan kadın da tıpkı uğrunda can vermeyi borç tanıdığı sınır taşları, kale köşeleri gibi kendine mukaddes görünüyordu. Fakat vaziyetin bir aykırı tarafı vardı. Gelenler, kendisini gerdek zevkinden ayırmak ve karısından uzaklaştırmak isteyenler düşman sayılamazdı. Onlar, kanun denilebilecek bir kuvveti temsil ediyorlardı. Gerçi haklı atılmış bir sillenin hesabını sormaya kalkıştıkları için haksız olabilirlerdi. Lakin bu haksızlığı onlara pala kuvvetiyle kabul ettirmek bir suç olurdu. Aynı zamanda saray bir levent yumruğuyla yıkılacak kudretlerden değildi. Oradan gelen üç beş kişiyi püskürtmek kolay olsa bile işin sonunu hesaplamak gerekti.

      Deli Murat, çabuk alevlenir ve ulu orta davranır bir yiğit olmakla beraber bütün bunları hesapladı. Çünkü hayatının artık kendine ait olmadığını anlıyordu. Tehlikeli bir maceraya atılmakla çiçeği henüz burnunda duran, emelleri henüz yüreğinde goncalaşan Bülbül Hatun’u da uçuruma sürüklemiş olacaktı.

      Bu sebeple soğukkanlılığını korudu, muzdarip bir hayret içinde kalan karısına sokuldu.

      “Yavrum…” dedi. “Bu sabah esir hanında iki Arap’la dalaşmıştım. Beni hünkâra çekiştirmiş olacaklar ki şu adamlar kapıma geliyor. Sen, olmasan ben onlara ikişer Hafız Paşa yumruğu aşk ederdim, kapıma gelmenin ne demek olduğunu öğretirdim. Lakin seni üzüntüde koymak istemiyorum, dişimi sıkıp sinirlerimi yatıştırıyorum. İzin ver de aşağı ineyim, herifleri göreyim. Bakalım, ne istiyorlar. Belki başka bir iş için gelmişlerdir. Yüzleşip anlaşayım.”

      Kızcağız, saray ve hünkâr kelimelerinin neye delalet edebileceğini anlamaktan çok uzaktı. Yalnız baltalanmış bir zevkin acısını duyuyor ve kocasının gene çizmeli ve giyimli kalkışına üzülüyordu. Kapıya gelenlerin lafı uzatmaları ve kendine mukadder ve mübeşşer olan hayat değişikliği saatinin gecikmesi ihtimali de üzüntüsünü çoğaltıyordu. Yoksa hatırına hiçbir tehlike gelmiyordu ve çelikten bir dağa benzettiği kocasına herhangi bir rüzgârın zarar verebilmesine imkân görmüyordu.

      Bundan ötürü müsterih bir tevekkülle içini çekti.

      “Peki…” dedi. “Kapıya inin. Gelenleri görün. Ben de size şerbet hazırlayayım.”

      Kapı, bu muhavere sırasında artsız arasız çalınıyordu, saray adamlarının yaygarası da şiddetini arttırıyordu. Soğukkanlılığını yeni baştan kaybetmeye başlayan Deli Murat, pencereye koşarak camı açtı ve haykırdı:

      “Patladınız mı herifler, işte geliyorum. Beni biraz beklemeye dayanamayacak kadar kibarsanız yıkılın, gidin, beklemeyi bilen kişiler yollayın!”

      Onların homurdanmalarını duymamak için pencere önünden hızla ayrıldı, karısının iki eline yapıştı.

      “Bülbül…” dedi. “Gidiyorum. Seni sarmadan gidiyorum. Belki kapıdakiler yakamı bırakmazlar, beni saraya götürürler, bu da umurumda değil, çünkü hünkârla yüzleşirsem haklı çıkacağımı biliyorum. Fakat her işin kötü tarafını hesaplamalı. Şayet başıma bir çorap örülürse, ortaya sürgüne gitmek filan gibi bir şey çıkarsa sakın üzülme. Beni Yemen çöllerine yollasalar, rüzgâr olurum, gene seni bulurum, elverir ki sen, emniyet altında yaşayasın. Bunun için sözlerime iyi kulak ver: Yarın öğleye kadar gelmezsem, seninle hamama giden ihtiyar kadını sipahi hanına yolla, Topçu Kara Mehmet’i buldur, başıma geleni anlat. O seni ben dönünceye kadar korur.”

      İşin içinde bir facia dolaştığını ancak şimdi sezen Bülbül Hatun, şaşkınlıktan ızdıraba geçti, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Deli Murat, karısının gözünden birer inci tanesi gibi çıkıp da kendi yüreğine birer kıvılcım olarak düşen bu yaşlar arasında iradesinin eriyeceğini anladı, ters bir iş yapmak zorunda kalmaktan ürktü.

      “Ağlama Bülbül!” dedi. “Beni zıvanadan çıkarırsın, boş yere katil yaparsın. Sen gül ki ben de saraya gülerek gidebileyim.”

      Ve karısını yaman bir kucaklayışla göğsüne kapadı, uzun uzun sıktı, derin derin kokladı.

      “Haydi…” dedi. “Hoşça kal. Şu yuvanın kurulurken çökmesi kaderde yoksa bir iki saat sonra gene buluşuruz!..”

      Deli Murat’ın başına neler geldiğini hikâye etmezden evvel onun böyle gürültü ile saraya çağırılışını intaç eden12 hadiseleri anlatalım:

      Esir hanında sillelenen harem ağasıyla arkadaşı, Azrail elinden can kurtarmış iki insan gibi hayretle karışık bir korku içinde atlarını sürerek saraya vardıkları vakit geniş bir nefes almışlar ve doğruca valide Turhan Sultan’ın yanına giderek ağlaya ağlaya vakıayı hikâye etmişlerdi. Onlardan sille yiyenin adı Sıska Beşir’di ve dert yanan da oydu. Beriki -Uzun Dilaver adlısı da- hıçkırıklı ağlayışıyla arkadaşına refakat ediyor ve ikide bir “Öyle oldu sultanım, doğrudur sultanım!” diye hikâyeyi tevsik etmeye13 çalışıyordu.

      Saraya girip çıkmaya mezun olan Bedesten’le ilgili kadınlardan biri esir hanında güzellikte eşsiz sayılacak bir kız bulunduğunu valide sultana müjdelemesi üzerine Sıska Beşir’le Uzun Dilaver hana gönderilmişlerdi. Sarayda yedi yüze yakın halayık bulunduğu hâlde hünkâr, Haseki Rebia Gülnuş’un nüfuzundan kurtulamıyor ve o küme küme kızlardan hemen hiçbirine gönül vermiyordu. Turhan Sultan bu vaziyeti kendi nüfuzu, kendi hâkimiyeti için tehlikeli bulduğundan aylardan beri entrika çevirip duruyordu. Onun düşüncesine göre biricik oğlunun, Avcı Sultan Mehmet’in kalbinde bir düzine kadının yeri olmak gerekti. Ancak o vakit, oğlunun üzerinde kendi nüfuzu mutlaklaşabilirdi. Çünkü on iki kadını birden seven hünkârın onlardan birine bağlanması mümkün olamazdı. Bir padişahın kadın nüfuzundan uzak olarak yaşaması ise kabil olamayacağı için Avcı Mehmet, iradesini anasının idaresi altına koymak mecburiyetinde kalacaktı.

      Vaktiyle Kösem Sultan gibi saltanat hırsı uğrunda öz oğlunu öldürtmekten çekinmeyen kudretli bir kadınla mücadele ederek galip çıkmış olan Turhan, Haseki Rebia Gülnuş’un tahakkümüne elbette boyun eğemezdi. Ne yapıp yapıp o tahakkümün önüne geçmek lazımdı. Bunun için de ya saraydakilerden bir kızı Rebia’ya rakip çıkarmak yahut taşradan yeni bir güzel kız bulup onu şu işte kullanmak icap ediyordu. Turhan Sultan, bu lüzumu duyduktan sonra ilkin Gülbeyaz adlı bir halayığı ele aldı ve ileri sürdü. Bu kızcağız, gerçekten beyaz bir güldü, tepeden tırnağa kadar renkti. Haseki Rebia’dan, iki şehzade anası olan o Giritli yosmadan bir türlü uzaklaşamayan hünkâr bile, anası tarafından kendine sunulan Gülbeyaz’ın muattar güzelliğine bir aralık dayanamadı, kendini gözdeler arasına soktu ve birkaç hafta bu gülün sevda bülbülü olur gibi göründü. Fakat Rebia, ne yapıp yaptı, bir köşeye atılmaktan ve unutulmaktan kendini kurtardı, Gülbeyaz’la galibane mübareze etmek fırsatlarını yarattı. Şimdi onlar, sarayın birbirlerini söndürmek isteyen iki yıldızı vaziyetinde bulunuyorlardı. Avcı Mehmet, bazen Gülbeyaz’a meclup, bazen Rebia’ya mağlup oluyordu ve onun rakibelerden birine temayül ettiği gün sarayın da bütün kudreti o kadının eteğine eğiliyordu.

      Vaziyeti gözden kaçırmayan Valide Turhan Sultan, bu mücadele sonunda Rebia’nın galip çıkacağını anlıyor ve üzülüyordu.

      Kendinin himaye ettiği Gülbeyaz, verilen öğütlere rağmen, bir türlü gebe kalmıyordu. Hâlbuki Rebia’nın iki oğlu vardı ve bu, hünkârı kazanmak davasında Giritli güzeli kuvvetlendiriyordu.

      Saraya yeni bir