korum, sizi mahcup ederim, küçük düşürürüm. Fakat siz benim şartlarımı kabul ederseniz ben de yeni gelmiş bir halayık gibi davranırım, getireceğiniz kızın şevketlu efendimize sunulmasına ses çıkarmam.”
“Neymiş şartın bakalım hırçın kız?”
“Gülbeyaz’ı gidermek!.. O ortadan kalksın, ben her şeye razı olurum.”
Turhan Sultan düşünür gibi bir tavır aldı. Nüfuzunu yıkmak istediği Gülnuş’un nasıl bir plan çevirdiğini anlıyordu. O, yeni bir halayığın -ne kadar güzel olursa olsun- kendisine kuvvetli bir rakip olamayacağını hesaplayarak esirhanedeki kızın getirilmesine muvafakat ediyor ve bunu bir pazarlık mevzusu yaparak Gülbeyaz’dan kurtulmak istiyordu.
Demek ki kendisine bir cinayet teklif olunuyordu. Gülnuş bütün kudretine rağmen, padişahın gözdeleri arasına giren bir kadını yok edemezdi. Böyle bir işi ancak valideler başarabilirdi.
Turhan, hiç düşünüp çekinmeden cani bir tasavvur ortaya koyan Gülnuş’un bu cesaretini beğendi ve onu kündeden atmayı tasarlayarak şu cevabı verdi:
“Benim kaynanamı öldürttüğümü örnek tutup Gülbeyaz’a da kıymaktan çekinmeyeceğimi sanıyorsun. Lakin aldanıyorsun kızım. Ben o günahı, aslanımın hayatını korumak için işledim. Kösem ölmeseydi biricik oğlum, senin şevketlu efendin ölecekti. Gülbeyaz’a niçin kıyayım?”
“Beni kazanmak için!”
“Ben valide sultanım, kimsenin sevgisini satın almaya tenezzül etmem.”
“Gün doğmadan neler doğar sultanım, yarın sizin yerinize benim geçmeyeceğimi kim bilir?”
“Ya, oğlumun ölümünü, kardeşlerinin ölümünü bekliyorsun, öyle mi?”
“Allah etmesin, Allah o günleri göstermesin, fakat dünya bu, umulmayan şeyler olur.”
“Dilin kurusun hınzır, yüreğimi hoplattın, bu sözü bir daha ağzına alırsan kendini yok bil!”
“Gülbeyaz sağken zaten kendimin varlığına inanmıyorum ki…”
Turhan Sultan, bahsin uzaması hâlinde tasarladığı planın suya düşeceğini anlayarak tam bir iş adamı gibi davrandı.
“Bana…” dedi. “Büyükannelik zevkini sen tattırdın. Aslanıma babalık tadını sen sundun. Vaktiyle ben de kıskançlık ateşine yandım, çok üzüntüler çektim. Bunları hatırlayınca da sana acımamak elimden gelmez. Fakat ne dilimi ne elimi günaha sokamam. Gülbeyaz’ı kendin gider, vebali senin boynuna olsun. Ben yalnız oğlumun yanında seni korurum, işi örtbas ettiririm. Daha fazlası elimden gelmez.”
“Bu da bana yeter sultanım. Yalnız Gülbeyaz’ı giderirsem şevketlu efendimin gazabına uğramaktan beni koruyacağınıza ant için.”
“Oğlumun, torunlarımın hayrını görmeyeyim, seni incittirirsem. Nasıl memnun oldun mu?”
“Bir gününüz bin olsun efem. Canıma can kattınız, derdime derman verdiniz. Şimdi esir hanındaki kızı getirtebilirsiniz.”
Turhan Sultan dudaklarını büktü.
“Bunun için…” dedi. “Senden izin mi alacaktım haspa! Oğlumu eğlendirmek için bir değil, bin kız getiririm!”
“Evet, getirirsiniz ve getiriyorsunuz da. Fakat benim de hakkım var. Gülbeyaz’ın uğruna ben o haktan vazgeçiyorum. Bu da az bir şey değildir sultanım.”
Gülnuş, kaynanasının isabetle tahmin ettiği gibi, yeni gelecek halayığın kendisini mağlup edemeyeceğini umarak en azılı rakibi olan Gülbeyaz’ı gidermeye yol bulmak suretiyle bu işten büyük bir kazanç, elde etmek istiyordu. Turhan Sultan ise ona karşı yeni ve kudretli bir rakibe çıkarırken sarayda gürültü çıkmamasını, kendine hücumlar yapılmamasını temin için bu cani tasavvura muvafakat etmekle beraber Gülbeyaz’ın herhangi bir suretle giderilmesi hâlinde ilk davacı hakkını kendine alıkoyuyordu. İçtiği antta samimi değildi ve tam sırasında Gülnuş’u itham etmekten çekinmeyecekti.
Lakin ikisi de memnundu, candan uyuşmuş görünerek esir hanındaki kız üzerine konuşuyorlardı. Turhan, bu kızın varlığını kimden öğrendiğini kısaca anlattıktan sonra harem ağalarını çağırttı:
“Sizi dövenleri nasıl cezalandıracağımızı sonra kararlaştırırız. Şimdi siz bana anlatın: Satılık kızı gördünüz mü?”
Uzun Dilaver cevap verdi:
“Gördük sultanım, gördük. Bir içim su! Ulu Tanrı övüp yaratmış, insanlara parmak ısırtmak için yeryüzüne atmış. Bir boyu var ki serpilmiş gül fidanını andırıyor. Yanakları bu boyun üstünde iki al gül… Kolların beyazlığını tarif edemem. Sultanımın halvetindeki gümüş şamdanlar o kolun yanında kalay kalır. Ya gerdanı?.. Sanki mehtabı hamur yapıp yoğurmuşlar, bir gerdan döküp bu kıza geçirmişler. Burun ona göre, göz ona göre, ağız ona göre. Hele gülümsemeye görsün: Şevketlu efendimizin inci tespihini çürük dişlerden yapılmış sanırsınız. Kızın ağzındaki inciler o kadar halis, o kadar düzgün. Dedim ya, bir içim su, ancak hünkârımızın ağzına yakışır.”
Turhan Sultan’ın gözleri sevinç içinde parlayıp dururken Rebia Gülnuş da kıskançlık hafakanları geçiriyordu, için için kıvranıyordu.
Harem ağasının son sözü üzerine haseki dayanamadı:
“Ağa…” dedi. “Şevketlu efendimizin mübarek başı için doğru söyle: Bu kız benden de güzel mi?”
Uzun Dilaver, endişeli bir mülahaza saniyesi geçirdikten sonra bir tekerleme ile işin içinden çıkmak istedi:
“Gönül kimi severse güzel odur sultanım. Velinimet efendimiz sizi beğeniyor, üzerinize toz kondurmak istemiyor.”
“Ya bu kızı benden üstün tutarsa?”
“Ummam sultanım. Çünkü siz, ilk göz ağrısısınız, unutulamazsınız.”
Turhan Sultan araya girdi:
“Bizim vazifemiz aslanımı eğlendirmektir. Bir gülle yaz geçmez, bir yıldızla gök bezenmez. Padişahların gönülleri bir yandan cennet bahçesine, bir yandan gökyüzüne benzer. O bahçede her çeşit çiçek, o gökyüzünde binbir çeşit yıldız bulunur. Esir hanındaki kız da mademki güzeldir, aslanımın gönlünde yer almalıdır, açılıp parlamalıdır. Şimdi siz kızlar ağasına gidin. Benim tarafımdan söyleyin, hemen adam yollasın, o bir içim suyu saraya getirtsin. Seninle Beşir, hakaret gördüğünüz, dayak yediğiniz için artık oraya gidemezsiniz; bu işi başka biri görmelidir.”
Ve eliyle kölelere kapıyı gösterirken ilave etti:
“Bir saraylı sövmeyi, dövmeyi, öldürmeyi bilmelidir ama sövülmeyi, dövülmeyi, öldürülmeyi öğrenmemelidir. Siz, taşra halkının tepesine basarak yürüyecek yerde iki baldırı çıplağın tepenizde davul çalmasına razı olmuşsunuz. Aslanıma söyleyip onlara siyaset ettireceğim. Fakat siz de yüzer kamçı yiyeceksiniz. Haydi defolun!”
Beşir’le Dilaver, görücülüğünü yaptıkları kız yüzünden büyük ikramlara ermek hülyasını taşıyorlardı ve bu hülya, gördükleri hakaretin merhemi olup gidiyordu.
Valide sultanın söylediği umulmaz sözler ve tayin ettiği ceza, o merhemi silip süpürmüştü ve hedef oldukları hakaret, tımarsız yaralar gibi, yeniden kanamaya başlamıştı. Fakat gökten ne yağarsa yerin kabul etmesi zaruri idi. Onlar da bu zarurete boyun eğiyorlar ve süklüm püklüm salondan çıkıyorlardı.
Valide Turhan, yakalanmak üzere bulunan güzel avın kokusunu oğluna hissettirmek için sabırsızlanıyordu,