ağa?”
Ve cevap beklemeden ilerlediler, biz de geliriz deyip köyde güzel seyretmeye kalkışan iki erkeğe katıldılar. Evliya Çelebi, onların yoldaşlığından memnundu. Çünkü Kara Mehmet’in veldeşleriyle -kafileye katıldığı günden beri- dostlaşmak istiyordu. Bir çift gölge gibi ünlü sipahinin yanından ayrılmayan, hiçbir kimse ile temas etmeyen yakışıklı gençlerin içyüzlerini anlamak ona merak olmuştu.
Bu sebeple kendiliğinden peyda oluveren fırsatı kaçırmamak istedi, Kara Mehmet’in kulağına fısıldadı:
“Bırak gelsinler. Bazma kızlarını biz senin veldeşlerle büyülemiş oluruz ve daha iyi çöpleniriz.”
Evliya’nın tahmini doğru çıktı. Türk bayrağı altında yaşayan Baz-ma köyünün kocamış erkekleriyle kadınları aralarına gelen Türklere tavuk filan satmak hırsıyla kulübelerinin kapılarını ardına kadar açarken bütün genç kızlar da birer satılık piliç hüviyetine bürünerek dört yoldaşın izine takılmışlardı, kanatlaşmış gözlerle onlardan rağbetli birer bakış dileniyorlardı.
Aygut’la Gültekin pek başka biçimde giyinen, pek başka bir dil konuşan köylüleri seyretmekten, dinlemekten hoşlanıyorlardı ve bu masum hazzın tadı arasında kendilerini saran kadın gözlerindeki hayreti hissetmiyorlardı. Biraz sonra bu hayret sırıtan bir ağız ve daha sonra yalvaran dil oldu. Sağdan soldan yumuşak kollar uzanarak erkek kılığındaki kadınları okşamaya savaşıyordu. Bunda, bu sarkıntılıkta güllerin yapraklarına el değdirmekten zevk alan bir incizabın korkak hâli vardı ve köy kızları erkek sandıkları genç kadınları işte o vaziyette okşamak, koklamak istiyorlardı.
Evliya Çelebi, yeme koşan piliçler gibi veldeşlerin dört yanını halkalayan köy kadınlarının sersem hareketlerini yan gözle süzdükten sonra Kara Mehmet’e eğildi.
“Şu ülkeleri…” dedi. “Elde tutuşumuzun bir sırrı da işte bu. Türk güzelliği, Türk silahı kadar keskin. Askerimiz yalnız kalelere değil, kadın gönüllerine de kolaylıkla girebiliyor. Her düşen düşman bayrağının yanında düşmanlıktan dostluğa geçiveren bin kadın kalbi açılıyor. Bak, senin veldeşler de aynı efsunlamayı yaptılar, köy avratlarını ateşlediler. Hepsi diz çökmek için küçük bir işaret bekliyor. Demek ki şu köy bir kale olsaydı senin veldeşler, bir boy gösterişiyle, bir dudak büküşüyle onu içeriden yıkabileceklerdi, birer fatih oluvereceklerdi. Güzelliğin bazen toptan, tüfekten daha yaman olduğunu anladın, değil mi?..”
Kara Mehmet gülümsedi. Bu gülümseyişte Aygut’la Gültekin’i erkek sanarak heyecana kapılan köy kadınlarına acıyan bir eda vardı. Evliya Çelebi bu edayı sezmedi.
“Biraz…” dedi. “Duralım, şu avratlara takılalım.”
Her telden çalmayı başaran Evliya, her dilden konuşmayı da beceriyordu. Bu kabiliyet kuvvetiyle kadınlarla konuşmaya girişti ve içlerinden en güzelini çekerek sordu:
“Adın ne senin bakalım piliç?”
“Terez!”
“Bu, Türkçe teresin Macarcası. Ad olmaz amma sana takmışlar!.. Anan, baban, kardeşin var mı?”
“Var.”
“Tarlan, tumbun?”
“Var.”
“Türkleri sever misin?”
“Sevmez olur muyum hiç! Biz onların kılıcı altında yaşıyoruz. Türkler olmasa Almanlar bizi kıtır kıtır keser.”
“Peki. Bir Türk seni almak istese varır mısın?”
Kızın gözleri Gültekin’in güneşten esmerleşmiş nefis yüzüne dikildi, süzgünleşti, dudaklarında müphem bir emel titredi ve parmağı ona doğru uzandı:
“Böylesi olursa hayhay!”
Onların ne konuştuklarını anlamamakla beraber Kara Mehmet de Aygut da Gültekin de Evliya Çelebi’nin tehlikeli bir mevzuya temas ettiğini seziyorlardı. Köylü Macar kızının gözlerini süze süze, dudaklarını büze büze Gültekin’i göstermesi ise üç yoldaşı ayrı ayrı mülahazalara düşürmüştü. Kara Mehmet, nahoş bir sahne doğmasından endişeleniyordu. Gülbeyaz, güzel arkadaşını erkek sanan Macar kızına acıyordu. Gültekin, bir kadın tarafından beğenilmekten utanarak oraya geldiğine pişman oluyordu.
Fakat Evliya Çelebi, macera âşığı bir adamdı, genç sipahinin yaptığı tesiri görünce latifeyi bırakıp ciddi davranmaya ve bu durumdan bir sergüzeşt çıkarmaya hazırlanmıştı, âdeta heyecanla Macar kızını sorguya çekiyordu.
“Peki amma Terez, sen İsa kulusun. Bu delikanlı Muhammed ümmetinden. Onunla nasıl evlenirsin?”
“O isteye görsün ağa. Ben kanatlanıp gelirim.”
“İsa gücenmez mi?”
Kız, çapkın bir tebessümle Gültekin’i süzdü. Sonra elini göğe kaldırdı:
“İsa orada kim bilir neler yapıyor. Bizim yüreğimize karışmaya ne hakkı var?”
Evliya Çelebi, Terez’le Gültekin’i hemen nikâhlamak istiyordu fakat yaptığı sorularla aldığı cevapları ve kendi düşüncesini Kara Mehmet’e söyleyip de “Deli misin hoca! Ne idüğü belirsiz bir kâfir kızı ile bu toy oğlanı ben evlendirir miyim?” itabını35 duyunca biraz bozuldu, fikrini müdafaa için birkaç kelime mırıldandı, sonra bir plan tasarladı.
“Hakkın var yoldaşım…” dedi. “Ters düşündüm. İki üç tatlı sözle gönlünü alayım da dönelim.”
Ve Macar kızına döndü, telaşsız bir şive ile şunları söyledi:
“Ben seninle şu delikanlıyı baş göz etmeye karar verdim. Lakin yanındaki kurt homurdanıyor. Sen, sözünde sadıksan şimdi hiç tınma. Gün battıktan sonra bizim çadırların kurulduğu yere gel, elçi paşaya dert yan. Ben de orada bulunurum, sana yardım ederim, düğününü yaptırırım.”
Evliya, öbür kızların ve kadınların duymaması, köy erkeklerinin de kuşkulanmaması için bu sözleri Terez’e fısıldamıştı. Fakat ilk konuşma açık yapıldığından bütün köy halkı heyecan içindeydi. Bir Türk delikanlısına İsa’yı feda etmekten çekinmeyeceğini haykıran kız, herkesi kızdırmıştı. Erkekler bu hareketi küstahlık ve yaşlı kadınlar günah sayıyorlardı. Genç kızlar ise kıskanarak hırslanıyorlardı, yurttaşlarını bir kaşık suda boğmak istiyorlardı. Evliya’nın, kıza sokulup da bir şeyler fısıldaması, o karışık heyecana bir de merak katmıştı. Herkes, şu gizli konuşmanın nasıl bir netice getireceğini anlamak için sabırsızlanıyordu.
Terez, büyük bir müjde dinler gibi Evliya’nın öğüdüne kulak verdi, sonra ruhunun bütün iştiyakıyla Gültekin’i süzdü, “Peki!” dedi. Macera delisi Evliya, iyi bir sergüzeşt hazırladığından dolayı memnundu, sinsi bir istihza ile Kara Mehmet’e tekerleme dinletiyordu:
“Kızın gönlünü aldım, yaptığım şakadan dolayı bana darılmamasını söyledim. Sen de kırdığım potu hoş gör arkadaş.”
Fakat Evliya’nın tohumunu attığı maceranın dal budak salması mukadderdi. Terez, gerçekten Gültekin’e gönül kaptırmıştı ve onun eşi olmak için köyünü, yuvasını, anasını, babasını, dinini, imanını feda etmeye karar vermişti. Türklerin uzaklaşmasıyla beraber kimi söverek kimi tükürerek üzerine saldıran köylülere mağrur bir eda ile sırtını çeviriyor ve bütün hücumları tek bir cümle ile karşılıyordu:
“Gönül benim değil mi, ister Türk’e