M. Turhan Tan

Viyana Dönüşü


Скачать книгу

Joje de Nemse sefirini onun yanına sürdü.

      “Yurttaşımı…” dedi. “Himayenize bırakıyorum. Şanınıza ne düşerse onu yaparsınız!..”

      Bir saat sonra kafileler, birbirinden boş kalan yollar üzerinde hızla yürüyorlardı. Kara Mehmet Paşa kafilesinin ulaştığı ilk menzil Vacz kasabasıydı. Orada konukların gecelemeleri için yerler hazırlanmıştı ve o meyanda Sipahi Kara Mehmet’le iki veldeşine ve gelini Tezer’e güzel bir ev tahsis edilmişti. Yemekten ve biraz dinlendikten sonra her iki karı koca odalarına çekilince Terez, Gültekin’e yanaştı, Abdül’den almakta olduğu Türkçe dersinin ilk meyvesini dudaklarında belirtti:

      “Kocacığım, güzel kocacığım, seni seviyorum!..”

      Bülbül Hatun yabancı bir erkek tarafından öpülmüş gibi iliğine kadar kızardı, sonra bu aşk itirafındaki gafil safiyete acıdı, kızın yüzünü okşadı:

      “Oh, zavallı kız…” dedi. “Keşki kocan olsaydım.”

      Gültekin’le nikâhlandığı günden beri ilk olarak böyle bir iltifat gören Terez, bahtiyar bir hülya ve bahtiyar bir ümit içinde eşinin ellerine sarıldı, sonu gelmeyen buselerle o yumuşak elleri ıslattı, aynı sözleri tekrarladı:

      “Kocacığım, güzel kocacığım! Seni seviyorum!”

      Gültekin bu durumun sonunu tehlikeli bulduğu için gevşek davranmamayı tasarladı, boyuna öpüş dokuyan kızıl ve kızgın tezgâhtan ellerini kurtardı.

      “Ben de…” dedi. “Seni seviyorum. Çok iyi kızsın, ömrümüz olur da İstanbul’a dönersek ve düşündüğümüzü başarırsak seni rahata erdireceğim. Düğününü yapacağım.”

      Terez, kocam dediği güzel mahlukun neler söylediğini anlamamakla beraber umduğu saadetin gene kendisinden uzak kaldığını sezdi, nemli gözlerini parmaklarının ucuyla sildi, içini çeke çeke bir köşeye büzüldü, Gültekin’in kebesine40 sarılıp uzanışını seyre daldı. Kendi malı olan şu güzel vücudu saramamak onu sürekli ızdıraplar içinde kıvrandırıyor ve için için ağlatıyordu. Gamlı gamlı bağırmamak, derece derece yılgınlaşmamak için durmadan bir dua okuyordu:

      “Kocacığım, güzel kocacığım, seni seviyorum!”

      Ve bu aşk duası ona gerçekten şifa getiriyordu, coşkun elemini yavaş yavaş hafifletiyordu. Fakat rüyalarını değiştiremiyordu. Tatmin olunmayan emeller, tahayyül olunup da ele geçemeyen deraguşlar,41 daima dudaklarında eriyen yetim buseler, o rüyaların değişmez temelleri idi ve kocasını uzun uzun temaşadan sonra gözleri kapanınca onların genişleyip açılmaları arasında hakikatin acılarını unutuyordu.

      Vacz’den Gvan şehrine gidilirken Gültekin Aygut’a sokuldu. Kara Mehmet’e duyurmamaya çalışarak Terez’in Türkçede gösterdiği ileriliği fısıldadı. Fakat Aygut, bu sırrı hemen açığa vurdu:

      “Yiğidim…” dedi. “Bizim gelin almış, yürümüş, kocasından daha becerikli bülbül olmuş. Sular kararır kararmaz ötmeye başlıyormuş.”

      Kara Mehmet, vakıayı öğrenince gülümsedi.

      “Hoşuma gitti.” dedi. “Varsın böyle davransın. Bize onun iyi Türkçe öğrenmesi lazım. Başka türlü işimizde kullanamayız. Zaten şu Abdül denilen kötü durumlu herifle düşüp kalkmasına bundan ötürü göz yumuyorum. Efendisine ihanet eden adamdan yalnız şer çıkar. Öyleyken Terez’in o dönmeyle görüşmesine ses çıkarmıyorum. Çünkü kıza Türkçe öğretiyor. Sen, Bülbül’e söyle. Terez’i biraz okşasın, aferin filan desin.”

      Hâlbuki beri tarafta Abdül, kara sevda denilecek bir aşk seviyesine yükselmişti, Terez için yanıp tutuşuyordu. Kızın bütün benliğiyle Gültekin’e bağlı olduğunu gördükçe bu aşk, yaman bir hınçla karışıyor ve yılan ruhu taşıyan bu hain yürekli adamı zıvanadan çıkarıyordu. Fakat iradesine hâkim olmayı bildiği için ne aşkını ne hıncını Terez’e belli etmiyordu. Onun küçük bir falsosunu sezer sezmez Kara Mehmet’e, Aygut’a ve Gültekin’e haber vereceğini biliyordu. Böyle bir hâlden ise ne gibi neticeler çıkacağını tahmin etmek onun için güç değildi.

      Abdül çıldırasıya bağlandığı kızın bir busesini alabilmek uğrunda bin sopa yemeye razı idi. Fakat dilini elçi paşanın elinden kurtarmış olan Kara Mehmet’in o dili pek kolaylıkla koparabileceğini, kızgınlığı geçmezse üstelik yüreğini ve ciğerini de söküp atacağını takdir ettiğinden Terez’e bir şeyler sezdirmekten çekiniyordu. Şimdilik aldığı haz, zavallı Macar güzeline “Seni seviyorum!” gibi sözleri söylerken gözlerini süzmekten, belli belirsiz iç çekmekten ve sözü kıza karşı kendisi söylüyormuş gibi heyecan duymaktan ibaretti.

      Kafile dört günlük bir yürüyüşten sonra Essling menziline vardı, buradan Viyana’ya üç saatlik bir mesafe vardı, Nemse payitahtının sayfiyesi gibi bir şeydi. Merasim hazırlıkları bitirilir bitirilmez Viyana’ya girilecekti. Şimdi Türkler, şuursuz bir ittihatla, başlarını gerilere çevirerek İstanbul’la Nemse hududu ve o hudutla Viyana arasındaki mesafeyi ölçüyorlardı. Birinci mıntıka doksan konaklık bir yoldu, ikinci mıntıka ise iyi bir süvari için üç konak bile teşkil etmeyecek kadar dar bir mesafe içindeydi. Sınır başında toplanacak bir Türk ordusu bu üç konaklık yeri pek kolaylıkla aşabilirdi. Fakat?..

      Elçi paşa ile yoldaşları işte bu fakatın soğuk ağırlığı altında gözlerini önlerine eğiyorlardı. Çünkü hepsi vaktiyle Viyana’ya giden ordudaki ruhun, şimdi sarsıntı geçirdiğini biliyorlardı ve izine yüz sürdükleri o ordunun bir eşine gene bu topraklarda yeni izler yarattırmak için yüreklerinde bir iştiyak ve bir ihtiyaç duyuyorlardı. Hemen bütün kafile, elçilikle Viyana’ya gidildiğini unutarak savaş yoluna düşmüş asker heyecanı taşıyorlardı. Yalnız Terez, Türkçesini ilerletmekle, Abdül de ateşten zincirlere bağladığı aşkını hırsızlama hazlar sunup beslemekle oyalanıyorlardı.

      Elçi paşaya mihmandarlık yapan generaller Essling’de iki gün durulacağını ve üçüncü gün imparator namına gelecek heyet ve alay tarafından karşılama merasimi yapılarak Viyana’ya girileceğini resmî bir takrirle bildirirken Türk kafilesinin Nemse payitahtına bayrak açmaksızın ve mehterhane çaldırmaksızın girmeleri lazım geldiğini de tebliğ etmişlerdi.

      Elçi, bu tebliğden son derece sinirlendi, kükredi, Viyana’dan gönderilen tercüman vasıtasıyla konakçı generallere şu haberi yolladı:

      “Türk bayrağı kapanmaz, Türk davuluyla mehterhanesinin sesi susturulmaz! Çünkü o bayrakta Türk ulusunun yüreği okunur, o seste bu yüreğin nefesi duyulur! Biz Nemse payitahtına değil, Tanrı’nın cennetine de bayrağımızı açarak, davulumuzu çalarak gireriz! Var, generaline böyle söyle!”

      Şimdi diplomatik bir münakaşa yüz göstermişti. Avusturyalılar, Viyana sokaklarında birkaç düzine Türk bayrağının dalgalanmasını, bir Türk mehterhanesinin terennüm etmesini fatihane bir geçiş gibi telakki ederek tekliflerinde ısrar ediyorlardı, elçi de fikrinden dönmüyordu. Çok gerginleşen ip hemen hemen kopmak üzereydi. Kara Mehmet Paşa bu vaziyette arkadaşlarıyla müzakere etmek zaruretini duydu, kâhyasıyla kâtibini, Evliya Çelebi’yi ve adaşını çağırdı, maslahatı anlattı.

      “Geri dönerim…” dedi. “Sözümden dönmem! Fakat sizin de ne düşündüğünüzü anlamak isterim.”

      Bütün yoldaşlar, Türk bayrağını devşirip sandığa koymayı, gökteki ayı beze sarıp bir köşeye atmak kadar imkânsız, mehterhaneyi susturmayı da denizlerin haykırışını dindirmeye yeltenmek kadar aykırı