M. Turhan Tan

Viyana Dönüşü


Скачать книгу

heyetinin böyle bayrak açarak, mehterhane çaldırarak payitahta girdiği vaki değilse de iki hükûmet arasındaki dostluktan dolayı -ileride örnek sayılmamak şartıyla- böyle bir vaziyeti kabul ettiklerini bildirmişlerdi.42

      Elçi paşa, işte bu sert münakaşadan ve bu tatlı anlaşmadan sonra kafileyi Viyana’ya doğru yürüttü, birkaç piyade taburuyla üç beş süvari alayı tarafından karşılandı, büyük bir debdebe ile şehre girdi, yollara ve pencerelere dökülen halkın heyecanını kamçılaya kamçılaya tahsis olunan konağa indi. Kafilenin ileri gelenlerine ve o meyanda Kara Mehmet’le veldeşlerine, gelinine güzel bir ev verilmişti. Abdül, lisan muallimi sıfatıyla onların yanında bulunuyordu.

      Elçi ile imparatorun görüşmeleri on üç gün sonra vukuya gelecekti. Başvekille Kara Mehmet Paşa bu nokta üzerinde ittifak etmişlerdi. Türkler, fırsattan istifade ile şehri dolaşıyorlar, alışveriş yapıyorlar ve bütün Viyanalıları işlerinden güçlerinden alıkoyarak artlarında koşturuyorlardı. Halk, 143 yıl önce oraya gelmiş olan Türklerin heykelimsi endamlarında ve vaktiyle Viyana’ya uzun bir kâbus yaşatan Türk silahının örneklerini onların belinde asılı bularak garip bir haşyetle bakışıyorlar ve müthiş bir tarih okur gibi heyecanlanıyorlardı.

      Evliya Çelebi de Kara Mehmet’e kılavuzluk yaparak -hatırası henüz dipdiri duran- Viyana muhasarasını adım adım ve yer yer gösteriyordu. Bilgin seyyah onu ilkin “Kayzer Ebersdorf” mevkisine götürdü.

      “İşte…” dedi. “Sultan Süleyman’ın otağı burada idi. Yeniçeriler de ileride yer almışlardı. Şuraya Zimmering, buraya da Laabeg derler. Sadrazam İbrahim Paşa’nın başında bulunduğu alaylar bu iki nokta üzerinde yer almıştı. 300 top, Sen Marks ile Vinerberg’in ortasında dizili idi. Bu topların çoğu, şahi, obüs ve havandı. Muhasara topu yoktu. Belgrad Beylerbeyi Küçük Bali Bey Vinerberg’in gerisinde, Dümdar Kumandanı Hüsrev Bey daha önde, Rumeli Beylerbeyi Sent Ülrih’te, Semendere Beyi Mehmet Dubling’de bulunuyorlardı. 160 gemilik ince filo Tuna boyunda geziniyordu. Frenklere sorsan o vakit şehirde elli bin piyade, iki bin beş yüz süvari ve yetmiş altı top vardı derler. Yalan! Rahmetli Peçevi, Macar tarihlerinde görerek doğrusunu yazıyor, Beç’e kapanan ordunun seksen binden artık olduğunu söylüyor. Dedelerimiz kaim duvarlar, geniş hendekler arkasına ve yıkılmaz kaleler içine kapanıp boyuna ateş döken bu düşmanla tam yirmi gün pençeleşti. Kılıç ancak taşa çarpıyordu. Topuz, duvar dövüyordu. Bundan ötürü Viyana önündeki savaş, etle taşın dövüşmesi gibi bir şey oldu. Türkler, hendeği yola ve kaleyi çamura çevirmekten gene geri kalmazlardı. Fakat araya bir de kış ve kıtlık girdi. Asker, üç günde bir peksimet bulabiliyordu, sipahi atları iftarsız bir oruç içinde eriyip gidiyordu. Düşmanın döktüğü ateş, yaksa da ısıtmıyordu, herkes bir karış buz üzerinde yatıyordu. Düşman güllesinin yapamadığını kanlı basur yaparak her gün üç beş yüz şehit alıp götürüyordu.”

      Bu sözleri duymak, hele o savaş yerlerini gezmek Kara Mehmet’i garip bir istiğraka düşürüyordu. Evliya Çelebi’yi dinlerken gözünün önüne hep o küçük Bali Beyler, Hüsrevler, Mehmetler geliyordu. Hâlâ yerlerinde duran istihkâmları, hendekleri, duvarları dolaşırken de -İstanbul’dan Viyana’ya kadar bir tutam ot koparmadan gelen- o büyük ordunun kemikleri çürümüş fakat ruhları Viyana’nın üstünde uçuşarak ebediyeti yaşamakta bulunmuş olan muhasırların haykırdığını sanarak utanıyor, terliyordu.

      Ara sıra bu istiğrak coşkunlaşıyordu, kulağına birtakım sesler gelmeye başlıyordu. “Bak, biz neler yaptık, ne dasitanlar yarattık? Bizim kucakladığımız ülkeleri siz uzaktan bile selamlayamıyorsunuz. Ne yazık, ne yazık!” diyen bu sesleri, bedenleri çürümüş fakat ruhları diri ve şen kalmış Viyana muhasırlarının haykırdığını sanarak utanıyordu, terliyordu.

      Yiğit adam oralardan, muhasara ordusunun kanıyla ve heyecanıyla mübarekleşmiş o yerlerden ayrılamıyordu, her gün evinden çıkıp Viyana’nın etrafını dolaşıyordu, tarihin yaşayan izlerini koklayarak eşsiz ve çok kutlu bir hac zevki topluyordu. Kayzer Ebersdorf’tan Nosdorf’a kadar uzayan yarım dairenin her noktasını karış karış ölçmüş gibiydi. Türklere karşı şehri müdafaa eden Kont Filiplerin, von Rayşahların, Abel von Hölneklerin, Leonar von Velzlerin, von Ebersdorfların, von Branden Ştaynların sığındıkları kuleleri, kaleleri, çukurları da uzun uzun gezmişti. Şimdi bu yerlerde Türk’ün aşıladığı korku yatıyor gibiydi ve o taşlar, çukurlar, kuleler bu korkuya bekçilik etmekten yorulmuşlarcasına takatsiz görünüyorlardı.

      Kara Mehmet, yüz kırk üç yıl önce Viyana’yı saran ordunun nereden ilerlemek isteyip de hangi sebeplerle hedefine eremediğini zeki bir gözle araştırarak içlerinde kendi dedelerinden de birinin bulunduğuna emin olduğu o dilaver askerlerin ruhlarıyla konuşarak yaptığı bu cevelanların şüphe uyandırdığını hatırına bile getirmiyordu. Lakin bu şüphe doğmuştu ve büyüyordu. Avusturya memurları, Türk elçi heyetinin en ileri gelenlerinden birinin her gün kale etrafında dolaşmasını manalı bulmuşlar ve onu tarassuda başlamışlardı. Bir gün o, Gerntner kapısıyla Sent Klâra Manastırı arasında dolaşıp vaktiyle oradan açılan yer altı Türk lağımlarının izlerini araştırırken karşısına üç Nemseli dikildi ve içlerinden biri Türkçe olarak sordu:

      “Kalenin resmini mi alıyorsunuz efendi?”

      Kara Mehmet, şu sorudaki istihzayı ve yüzüne dikilen gözlerdeki kavga arayan bakışı sezdi, omuzlarını silkerek sert bir cevap verdi:

      “Buraların resmini Türkler yüz elli yıl önce çizdiler hem de Viyanalıların derisi üstüne çizdiler. Benim yeniden resim çıkarmama ne lüzum var?”

      “Fakat burada dolaşmak yasaktır.”

      “Türk yalnız kendi yasağını tanır, başkalarınkini ne anlar ne dinler!”

      “Bu sözü kumandanımızın yanında da söylemenizi rica edeceğiz!”

      “Kralınız önünde de söylerim! Dinlemek isteyenler gelsinler, beni bulsunlar!”

      “Hâkim suçlunun ayağına gitmez, onu kendi ayağına getirtir.”

      “Beni götürmeyi mi düşünüyorsunuz?”

      “Teessüf ederiz ki buna karar vermiş bulunuyoruz.”

      Kara Mehmet, yanına yönüne hızlı bir bakış attı, orada bu üç kişiden başka kimsenin bulunmadığını görünce kendisiyle konuşan adamı yakasından tutup ayağının altına aldı, topuğunu göğsüne koyarak kımıldamaz bir biçime soktuktan sonra bön bön bakınarak yanı başında putlaşan öbür iki Nemseliyi yakaladı, aynı süratle yere yatırdı, kendi boyun atkılarıyla ve bellerindeki ipek sargı ile güzelce bağladı.

      “Konuğa…” dedi. “Saygı göstermeyenlere böyle yapılır. İsa’dan yardım gelip de eliniz ayağınız açılıncaya kadar burada yatın da aklınız başınıza gelsin! Türklerle nasıl konuşulacağını öğrenin!”

      Sonunu düşünmeden yaptığı bu hareketle sık sık kulağına çarpan o muhayyel sitemlere, atalar ruhundan geldiğine inandığı o sözlere cevap verdiğini kuruntulayarak memnun oluyordu. Üç Nemseliyi devirebilen bir bileğin yerinde bir istihkâm da yıkabileceğini o muhitte dolaştığına şüphe etmediği şehit ruhlarına işte göstermişti ve onları şüphe yok ki sevindirmişti. İşin elçi paşaya aksetmesinin kendisince artık ehemmiyeti yoktu.

      Kara Mehmet bu düşüncenin hazzı içinde üç bağlı herifi uzandıkları yerde bıraktı, her köşeden kendisine gülümseyen tarih izlerini selamlayarak evine döndü, akşamüstü de elçinin konağına gitti.

      Orada gürültülü münakaşalar vardı, kale planlarını almaya çalışan sipahinin bu suç yetişmiyormuş