M. Turhan Tan

Viyana Dönüşü


Скачать книгу

kuru ekmek, giydiğimiz çul. Bütün dedelerimiz ömürlerini kaplumbağa gibi sürünerek geçirdiler. Sen de yaya doğdun, yaya yaşıyorsun ve yaya öleceksin. Hâlbuki Türkler altın içinde, sırma içinde, ipek içinde… Ayakları yere değmiyor, kartal gibi uçuyorlar. Ben, bütün bunları bilip dururken, elime de fırsat geçmişken neden bir Türk’e kul olmayayım?”

      Jozef, ablasının ellerini okşaya okşaya cevap verdi:

      “Hakkın var amma Terez, seni isteyen kim?”

      “O genç sipahi!”

      “Onunla konuşmadın ki?”

      “Macarca bilen adam bana söz verdi, beğendiğim delikanlı ile evlenebileceğimi söyledi.”

      “Ya sözünde durmazsa?”

      “Türk yalan söylemez Jozef!”

      “Peki, ne yapmak istiyorsun?”

      “Onların çadır kurdukları yere gideceğim, paşayı göreceğim, dinimi değiştirip meramıma ereceğim.”

      Jozef, derin derin düşündü, gamlı gamlı mırıldandı:

      “Gitmek kolay, dönmek güç!”

      “Türkler, kapılarına uzanan eli boş çevirmezler Jozef!”

      Delikanlı biraz daha düşündükten sonra yerinden fırladı:

      “Ben de beraber geleceğim Terez. Seni yalnız bırakmam.”

      “Ben evlenmek istiyorum kardeşim, sen Türklerin arasına girip ne yapacaksın?”

      “Ateşe yakın oturan ısınır, mum dibine oturan aydınlanır. Ben de Türklerin içinde yaşayıp parlamak istiyorum. Köylerinde kulübesi olmayan yüzlerce Macar, din değiştirdiler, Türk adı aldılar, ülke sahibi oldular. Elbette ben de aç kalmam, çıplak kalmam.”

      İşte bu kardeşçe anlaşma, Evliya Çelebi’nin attığı tohumun ilk filizleri oldu ve onların elçi paşa çadırına gelip ihtida etmek istediklerini söylemeleri üzerine macera filizleri tomurcuklandı, çiçek açmak ve meyve vermek kabiliyetini kazandı.

      Elçi paşa, kendiliklerinden din değiştirmeye gelen bu iki Macar gencini -ananeye uyarak- güler yüzle kabul etti, daire halkından olup iyi Macarca ve Almanca bilen bir Sırp mühtedisinin tercümanlığıyla çocukları sorguya çekti, adlarını ve maksatlarını öğrendi, sonra gene ananeye riayetle onlara mutat olan öğüdü verdi:

      “Din…” dedi. “Ne yorgandır ne çorap, öyle ulu orta değiştirilemez, sizi zorlayan varsa açık söyleyin, cezasını vereyim. Yok, yüreğinize Tanrı ışık vermişse mübarek olsun diyeyim, bir hoca çağırıp size telkin yaptırayım.”

      Sırp mühtedisi tercüman, elçi paşanın öğüdünü temelinden değiştirdi, Müslümanların sayısını çoğaltmaya lüzum olmadığından yapılan müracaatın kabul edilemeyeceğini ve bel kemikleri kırılıncaya kadar dayak yemek istemiyorlarsa hemen köylerine dönmelerini söyledi. Hain tercüman bununla da iktifa etmedi, kendisinin üç beş yıl önce zorla Türk yapıldığını ve şimdi öküz gibi çalıştırıldığını anlattı.

      “Paşanın…” dedi. “Sizi kovmasını nimet sayınız. Kendilerini yeryüzünün efendileri tanıyan bu beli bıçaklı, eli nacaklı adamların yanında uşaklık etmektense kendi sığırınıza çobanlık yapmak daha iyi.”

      Jozef şaşırmıştı, Terez ağlıyordu fakat kız, aşkın yarattığı derin bir hassasiyet içindeydi, bu sayede vaziyetin hakikatini kavramakta gecikmedi, elçinin gülümseyen yüzü ile tercümanın inciten sözü arasındaki aykırılığı ölçtü, gözyaşlarını minimini elinin tersiyle sildi.

      “Biz…” dedi. “Dönmek için gelmedik. Sövülsek de dövülsek de kalacağız. Paşaya böyle söyle.”

      Sırp mühtedisi tercüman, bu cevabı da kendi meramına göre değiştirip Elçiye söyleyecek ve iki kardeşe gerçekten dayak attırmak yolunu bulacaktı, lakin Evliya Çelebi’nin o sırada çadıra girmesi üzerine şaşaladı, başka ağız kullanmak zorunda kaldı.

      “Efendimiz…” dedi. “Bu köylüler galiba birkaç akçe ihsan koparmak istiyorlar, umduklarını bulurlarsa Müslüman olmaktan vazgeçeceklerine şüphe yok.”

      Evliya hemen müdahale etti, köydeki sahneyi yağlandıra ballandıra anlatmaya koyuldu, Terez’in Gültekin’e baygın baygın bakışlarını, Sipahi Kara Mehmet’in homurdanışlarını, hikâye sırasında taklit de ettiği için elçi paşa kahkahalarla gülüyordu. Bir aralık Evliya’nın sözünü kesti:

      “Aşk da bir hidayettir, yürek aydınlatır. Fuzuli Hazretleri de ‘Saliki rah-ı hakikat aşka eyler iktida.’ buyurmuyorlar mı?.. O hâlde şu kızın sevdalanıp din değiştirmek istemesini de dalalet değil hidayet olarak kabul ederiz. Kardeşini de o hidayetten feyiz almış sayıp dinimize sokarız. Haydi sen hocam, besmeleyi çek, şu çocukları imana getir.”

      “Başüstüne efendimiz amma kızcağıza yeni dinin tadını hissettirmeliyiz. Ona, gönül verdiği delikanlıyı vadetmek lazım.”

      “Benim tarafımdan vadediver. Bizim yiğit adaş nasıl olsa yola gelir.”

      Sırp mühtedi, garip bir yüz ekşiliği ile muhavereyi dinliyordu, gözlerini de Terez’in güzel yüzünden ayırmıyordu. Evliya, onunla meşgul olmadı, eşe dosta tatlı tatlı anlatılacak meraklı bir hikâye mevzusu yaratmaktan doğma bir hazla Terez’e yanaştı, elçi paşanın vaadini müjdelemek için ağzını açtı. Fakat kız, çılgın bir telaşla koştu, onun ellerine yapıştı.

      “Sen de…” dedi. “Bu uşak kılıklı tercüman gibi acı şeyler söyleyeceksen sus: Ben kendi yaramı kendim saracağım, o genç sipahinin ayaklarına kapanacağım, hatta gömleğimi kefen gibi boynuma sarıp senin kurt dediğin yiğit Türk’ün de elini eteğini öpeceğim, dileğime ermeye çalışacağım. Anlıyorum ki paşanız gönül hâlinden anlamıyor, sevdayı rüya sanıyor.”

      Evliya Çelebi şaşkın şaşkın sordu:

      “Bu adam size ne dedi ki?”

      “Müslümanlar arasında açık yer yokmuş. Paşanız bizi dövdürecekmiş, filan filan.”

      Sırp mühtedisi, yüzüne yapışan sarsıntıyı çarçabuk gidererek bağırdı:

      “Yalan!..”

      Bu kelimeyi Macarca söylediğinden Terez onun sözlerini kelime kelime tekrarladı, Jozef de teyit etti. Bunun üzerine Evliya keyfiyeti paşaya anlattı:

      “Velinimetim…” dedi. “Bu çok kötü bir şey. Abdül, size ve şerefinize ihanet etmiştir. Yarın mühim bir durumda onu gene tercüman olarak kullanırsanız mümkün ki aynı ihaneti yapsın ve ırzınıza halel getirsin.”

      Elçi paşa vaziyeti anlar anlamaz küplere bindi, hızlı hızlı el çırpmaya ve otağa üşüşen uşaklara haykırmaya başladı:

      “Tiz, delibaşıyı çağırın!”

      Adının Abdül olduğunu öğrendiğimiz Sırp mühtedisinin kanı kurumuş, canı çekilmişti, beyaz bir paçavra gibi durduğu yerde sallanıyordu. Biraz sonra delibaşı içeri girdi ve daha eşikteyken şu emri aldı:

      “Yatır, şu namerdi hemen yatır, dilini elinle çek, kopar!”

      Bir adamın dilini değil bir dağın böğrünü bile koparacak kadar kuvvetli görünen delibaşı mahkûma doğru yürürken bir ses yükseldi:

      “Miskine kıyma paşam, bana bağışla!”

      Bunu söyleyen Kara Mehmet’ti. Elçinin bağırışını dışarıdan duyarak koşup gelmiş ve verilen emri işitince birden rikkate kapılarak şefaate