Tezer’in vaziyetleri hayli acıklı idi. Gene Evliya Çelebi’nin tercümanlığıyla derneğin ve gerdeğin İstanbul’da yapılacağını öğrenmiş olan Tezer, gitgide çıldırasıya sevmeye başladığı kocasının gündüzleri Kara Mehmet’le Aygut’tan ayrılmamasını, geceleri ise küçük bir tebessümden ibaret sadakasını yüzüne serptikten sonra soyunmadan kilimine uzanıp yattığını gördükçe üzülüyor ve saatlerce uykusuz kalıyordu. Bazen aşkının zoruna dayanamayarak kocasına sokulmak ve onu kolları arasına alıp kana kana sarmak istiyordu. Lakin palasını, heybeden yapılma yastığına iliştirerek uyuyan gencin kayıtsızlığından, daha doğrusu o paladan korkarak yanık dileğini alevli yüreğinde saklamaya mecbur oluyordu.
Tezer Türkçe, Gültekin de Macarca bilmiyorlardı. Bu sebeple konuşmaları mümkün olamıyordu. Macar kızı, kocasının sade bir tebessüm sadakasıyla iktifa etmesini hep bu dil bilmezliğe hamlettiğinden olanca kuvvetini Türkçe öğrenmeye hasretmişti. Fena bir adam olduğunu anlamış olmasına rağmen kocasıyla görüşebilmek ülküsündeki cazibenin tesiriyle mahut Abdül’ü dost edinmişti, ondan Türkçe dersi alıyordu.
Abdül, kendisine pek güzel görünen bu kızın Gültekin’e gönül vermesini ve onun yüzünden bir an için dilinin koparılması tehlikesiyle karşılaşışını unutamıyordu. Dinini değiştirdikten, delikanlı bir sipahi ile nikâhlandıktan sonra da yaşmaklanmayarak sade bir yarım başörtüsü ile gezen ve kendisinden Türkçe öğrenmeye savaşan Tezer’i, hiç belli etmeden teshir etmek ve ağa düşürmek emeline kapılmıştı. Ona, Türkçe kelimeler öğretmekle beraber bu emeline uygun düşecek vaziyetler yaratmaya da çalışıyordu.
Kafile, onların böyle sıkı fıkı görüşmeye başladıkları, Gültekin’in de kadınlığını belli etmemek için her türlü tedbirlere başvurduğu günlerde Estergon ve Ostoni Belgrad kalelerini geçti, Türk hududunun sonuna yaklaştı. Ostoni Belgrad muhafızı Hacı Paşa, Viyana’dan gelecek Avusturya elçisini sınır taşları altında tesellüm37 ve Türk elçisini de öbür tarafın memurlarına teslim edecekti.
Şimdi elçinin de bütün kafile halkının da yürekleri heyecan içindeydi. Çünkü Kanuni Sultan Süleyman’dan sonra -akıncılar müstesna- hiçbir Türk ordusunun aşmadığı bir yola ayak basmak üzere bulunuyorlardı. İstanbul’dan çıkalıdan beri Viyana’ya giden ordunun izinde yürünmüştü, birçok hatıralardan zevk ve ibret alınmıştı. Lakin üzerinde yürünülen topraklar hep Türk’tü. Doksan gündür Türk bayrağının muhteşem gölgesi altında bulunuyorlardı. Yarın, öbür gün bu bayrak, yalnız kafilenin başında dalgalanacak ve şehirlerde, kalelerde, köylerde Avusturya bayrağı görülecekti. Kafile, bu değişikliğin heyecanını şimdiden duyuyordu, Türk olmayan topraklarda Türk’e yakışan bir ihtişamla yürümeye hazırlanıyordu. 143 yıl önce Viyana’ya giden yolun içinde bulunmak da herkese başka gurur, başka yürek pekliği veriyordu.
Nihayet sayılı gün geldi, sınır taşlarına varıldı. Burası, Talma Ovası geçildikten sonra ulaşılan bir yerdi. Hacı Paşa’ya Estergon Beyi İskender Paşa da askerleriyle iltihak etmiş olduğundan elçi alayı koca bir orduya dönmüştü. Papa köyünden biraz ileride Avusturya elçisinin alayı yer almış bulunuyordu.
İki taraf da bu vaziyette nümayiş kaygısından başka bir şey düşünmüyordu. Türkler, uzun asırların kendilerine kazandırdığı şerefli üstünlüğe uygun bir durum almak, Avusturyalılar da yenilmiş, fakat yıkılmamış bir devlete yakışan çalımı göstermek istiyorlardı. Fakat Türklerde bariz bir mühimsemezlik ve ağır bir davranış görülüyordu. Ötekiler ise telaş ve acele sezdiriyorlardı.
Hatta Avusturya hudut muhafızı, günlerden beri sınır taşları önünde beklemekten usandığı için sabırsızlığını açığa vurmaktan da geri kalamadı, Ostoni Belgrad Valisi Hacı Paşa’ya bir adam gönderdi, iki elçinin ilkin kendi tarafından verilecek bir ziyafette tanışmalarını ve ertesi gün de mübadele edilmelerini teklif etti. Fakat Kara Mehmet Paşa bu yola yanaşmadı.
“Acele işe…” dedi. “Şeytan karışır. Biz yüz gündür yol yürüyoruz, onlar daha yolun başında bulunuyorlar. Öyleyken sabırsızlanıyorlar. Kendilerine biraz ağır olmalarını söyleyin.”
Türk elçisi, ziyafet teklifini reddetmekle de kalmadı, sınır taşlarının gerisinde oyunlar tertip etmeye girişti. İstanbul’dan Tuna yoluyla gönderilen bir ince filonun tam o sırada Papa suyunun Tuna’ya döküldüğü yere gelip yanaşması ve elçi kafilesine erzak getirmesi Kara Mehmet Paşa’nın yapmak istediği nümayişlere germi verilmesini38 temin etti. İstanbul, Viyana’ya giden heyetin Türk ilinde yetişmiş buğday unundan ekmek, gene Türk malı pirinç, yağ ve sucuk yemesini faydalı bularak bu ince filoyu yollamıştı. Bir orduya yetecek kadar bol olan erzak ile elçi, bütün o mıntıka gerilerine ziyafetler veriyordu.
Nümayişler tam bir hafta sürdü, başta Kara Mehmet olmak üzere yüzlerce Türk atlısı tarafından cirit oyunları yapıldı, kılıç hünerleri gösterildi. Yemek kokusu ve eğlence sesi sezip öte taraftan beriye geçen hayli Alman köylüsü de elçi paşanın ikramından hisse alıyor ve midelerini yemekle, gözlerini de Türk gücüyle doldurup yurtlarına dönüyordu.
Avusturyalılar bulundukları yerden Türklerin nümayişlerini hayran hayran seyrediyorlardı. Elçi paşanın otağı uzaktan ipek bir saray gibi göz kamaştırıyordu. Serhadli süvarilerin attıkları her cirit, Viyana kapılarını arayan bir şimşek gibi o seyircilere endişe aşılıyor ve bu şimşeklerin bir gün imparator sarayını sarabileceğini düşünen Avusturyalılar boğucu hafakanlar içinde kalıyordu.
Türk elçisi bu gösterilerle öbür tarafta toplananları bol bol üzdükten ve enikonu zayıflattıktan sonra mübadeleye hazır bulunduğunu bildirdi ve merasime başlandı. Her iki elçi, en büyük sınır taşının yanına dikilmiş olan ağaçlar dibinde birleşecekler ve teslim-tesellüm muamelesine memur olanlar tarafından karşılıklı değiştirileceklerdi. Vaktiyle gene böyle bir mübadele yapılırken Türk ve Avusturya askerleri arasında bir çarpışma vukuya gelerek birkaç yüz adamın kanı döküldüğünden elçilere on haysiyetli adamdan başkasının refakat etmemesi kanun hâline konmuştu. Bu sebeple her elçi, yanlarındaki askerlerden ayrılarak mübadele noktasına doğru yürümeye koyuldu. Türk sefirinin sağında Hacı Paşa, solunda Kara Mehmet bulunuyordu. Evliya Çelebi de not almak fırsatını kaçırmamak için on kişilik küme arasına katılmıştı, zeki gözleriyle her şeyi zapt ve kaydederek yürüyordu. Bir aralık elçinin hızlıca gittiğini gördü, hemen eğilip fısıldadı:
“Ağaçların yanına ilk varan mağlup sayılır. Bunu Türk ihtiyarları da Nemse kocaları da söylerler. Aman kendinizi yenilmiş göstermeyin.”39
Bu ihtar üzerine Kara Mehmet Paşa yürüyüşünü yavaşlattı, Avusturyalı meslektaşının kendinden önce ağaç dibine gelmesine fırsat verdi. Artık helecanlar geçmiş ve yüreklerde yeni heyecanlar başlamıştı. Sınır taşlarının gerilerinde kümelenen Türklerle Nemseliler, tepeden tırnağa kadar göz kesilerek iki elçinin musafahasını seyrediyorlardı. Bu, gerçekten görülmeye değer bir sahne idi. Baştan başa ipek ve sırmaya bürünen; kemeri, kuşağı, hançeri, bıçağı, kılıcı, topuzu elmaslarla bezenmiş olan, kabaniçesinin (erkek entarisi), kırmızı çuhaya kaplı samur kürkünün bütün düğmeleri iri zümrütten yapılmış bulunan, mücevherli sorgucundan gün ışığını bulanık gösterir pırıltılar fışkıran Kara Mehmet Paşa, taşıdığı süsle kudretli bir devletin haşmetini, heykelimsi endamıyla ve bakışlarındaki çelik salabetiyle de Türk gücünün olgunluğunu temsil ediyordu. Avusturya elçisi, onun yanında pek sönük ve pek ölgün kalıyordu. Biri, sınır taşlarının biraz