andırması neden?’
‘Gözleri büyüleyen bir görüntü… Gizlilik, konfor, olağanüstü mutfak…’
Bu tanımlama benim biraz içkili kafama hoş geldi. Meğerse düzenlenmiş bir tuzağa düşürülüyormuşum. Gerçekten beş dakika sonra oradaydık. Cenneti menneti laftan ibaret, adının çekiciliğinin tersine adi, şöylesine bir sahil oteli… Döşemesi banal, temizce bir oda. Boğazın ucundan Karadeniz’e kadar bir kapı gibi açılan görüntü.
Hemen oraya bir masa, kadehler, mezeler… Soruyorum:
‘Bu hazırlık neden? Dışarıda içtiğimiz yetmez mi?’
‘İçki, sevdanın zevkini yüz kere büyüten bir mikroskoptur. Bu birleşme mutluluğumuzun tadını doruğuna vardırmalıyız.’
Sofra başına geçtik. Al kadeh, ver kadeh. Fırtınalı bir denizdeyim. Başımın üstündeki tavan, ayaklarımın altındaki döşeme dalgalanmaya başladı. Karadeniz’e uzanan Boğaz bazen daralıyor, bazen genişliyordu. Biz kadehlerin sayısıyla sevdanın sonunu ararken kapı dışından bir “tık, tık” duyuldu.
7
‘Kimdir o?’
‘Biziz. Açınız.’
Edip Münir kalkar, açar.
Kapının içinden, dışından bir fısıltı… Edip bana dönerek:
‘Atıf Cemal Bey’le Ruhsar Hanım.’
‘Bunlar da kim?’
‘Tıpkı bizim gibi iki günahlı…’
‘Allah gafururrahimdir.’
‘Müsaade et de içeri gelsinler. Çok eğleniriz.’
‘Gelsinler. Günahlılar dört oluruz.’
Odaya erkek, dişi bir çift girer. Hanımın elinde bir Japon çantası. Beyin elinde bir Kodak makinesi… Erkeğin Mahmutpaşa hazırcılarından giyinmiş bir kıyafeti var. Kadının da hanımının esvabına bürünmüş bir hizmetçi hâli…
Gelir gelmez tanışma sırasında Ruhsar Hanım hemen mezelere saldırdı. Hindi gibi başını sallıyor, lokmanın boğazından indiğini göstererek yutuyordu. Bu acele tıkınmadan sosyal düzeylerinin hemen seçilmesi endişesiyle Edip onu kendine getirmek için soruyordu:
‘Çok acıkmışsınız galiba?’
‘Ne söylersin, kır havası…’
Pek aristokratik dostlarla karşılaşmadığımı anladım. Çabucak meze tabakları içimizde yalayan kediler varmış gibi tertemiz oldu.
‘Sonöri… Garson…’
Atıf Cemal Bey: ‘Garson, bana bak. Dört kişi olduk. Mezeleri ona göre getir. Böyle minimini kaplarla değil, burası yalıdır. Sofraya büyük kayık tabaklar yaraşır.’
Ruhsar Hanım: ‘Atıf, nereden de bulursun böyle sembolik lafları… Birdenbire yaratır vallahi…’
‘Açlık insanın zihnini öyle açıyor ki…’
Edip Münir misafirini biraz ağırlaşmaya davet için ona yan gözle bakarak sözü şakaya boğmak isteğiyle:
‘Açlık… Son kuşak şairlerinin esinlenme araçları…’
Atıf Cemal: ‘Ünlü Hint şairi Tagor en ilahi şiirlerini aç dururken yazarmış.’
Ben: ‘Herhâlde parasızlıktan değil…’
İçtik, yedik, rakıya ne ilaç karıştırdılar bilmiyorum. Yavaş yavaş kulaklarımda sözlerin açıklığı kayboldu. Gözlerimde şekiller bulandı, büsbütün kendimden geçmişim. Ondan sonra nereye götürüldüğümü, ne olduğumu bilmiyorum. O hâlde kaç saat kaldım, seçemiyorum. Aklım başıma gelmeye başladığı zaman kendimi gece karanlığında koşan bir otomobilde buldum. Yanımda yalnız Ruhsar Hanım vardı.
Evime bırakıldım. Bu kadın gezip eğlenirken zehirlenmeye benzer bir bulantı, kusma rahatsızlığı geçirdiğim yolunda uydurduğu bir masalla evdekileri aldatmaya uğraştıktan sonra gitmişti.
Vasfiye, sırdaş bir hizmetçidir. Gayet güvenilir, sadık, pişkin, otuz beşlik bir kadın… Böyle tehlikeli zamanlarda kocama karşı durumu büyük bir ustalıkla idare eder. İhtiyarla yatak odalarımız ayrıdır. Ve bu ayırtmaya çok zorluklarla muvaffak olmuştum.
Vasfiye beni odama götürdü. Soydu. Yatırdı. Yanıma gelmekten alıkoymak için kocama karşı da uygun bir yalan uydurmuştu.
Ertesi günü başım sersem, midem bulantılı, her yanım kırık, kendimi toplayıp döşekten kalkamaz bir hâldeyken Vasfiye odama girdi.
‘Hanım, misafir geldi. Sizi görmek istiyor.’
‘Nasıl misafir?’
‘Dün akşam otomobille sizi getiren kadın…’
‘Bu kadar erkenden?’
‘Ben de şaştım. Hiç hoşlanmadım. Bir mahalle karısı hâli var.’
Ruhsar Hanım benimle dün tanıştı. Bugün teklifsizliğe başladı. Bu kadının gelişinden bir uğursuzluk sezer gibi oldum. Yalnız görüşmeye değil, önemli bir iş görüşmeye gelmişe benziyordu. Zar zor toplandım. Kadının bulunduğu odaya girdim. Elinde gazeteye sarılı sımsıkı bir şey tutuyordu. Beni görünce yılışık bir tavırla ayağa kalkarak:
‘Erkenden rahatsız ettim galiba?’
‘Estağfurullah…’
Bu tuhaf söz karşısında bir şey söyleyemeden kadının yüzüne baktım. O devam etti:
‘Beni Edip Münir Bey gönderdi. Sizi gayetle ilgilendirecek önemli bir konu üzerinde görüşmek için.’
Gittikçe artan bir şaşkınlıkla ben susarken kadın gazete sargıları içinden çıkardığı mukavvayı uzatarak:
‘Bana gücenmeyiniz. Hanımefendi, bilirsiniz ya, elçiye zeval yoktur.’
Uzatılanı aldım. Aman Allah’ım, ne göreyim? O anda cehennemden önüme bir çukur açılmış olsaydı da bu kadar dehşete kapılmazdım. Çırılçıplak bir kadın fotoğrafı… Durumun çirkinliğini yazamam. Anlayınız. Utanç sınırını aşmadaki böyle bir atılganlık akla, hayale sığamaz. Hemen kendi kendimi tanıdım ve paraladım. Parmaklarımın arasından mukavva parçaları yere saçılırken karşımdaki kadın umutsuzluğumu artıran bir üstünlük sırıtışıyla:
‘Hanımefendimiz, boşuna zahmet ediyorsunuz. Bunun bizde klişesi var.’
Bu şantajcıların ne yapmak istedikleri anlaşılmayacak sır değildi. İstedikleri kadar fotoğraf çekebilecekleri bir klişe ile bizi soymak niyetini kurmuşlardı. İlk hamlede bunlara yenilmiş görünmek büsbütün mahvımı hazırlamak demekti. Bütün cesaretimi topladım. Gözlerimi korkutucu bir şiddetle açarak kadının karşısına dikildim:
‘Bana bak Ruhsar Hanım!’ dedim. ‘Ben, bu alçakça maksadınızın karşısında hemen silah bırakacak bir kadın değilim. Cinayetinizin cezasını çekmeden beni mahvedemezsiniz. Sizi çok uğraştırırım. Ve sonunda elinize hiçbir şey geçmiş olmaz.’
‘Sizce düzeltilmesi kolay bir meselede niçin böyle büyük üzüntülere girip de bizi de uğraştıracaksınız? Şimdilik beş bin lira sizin