kere kahrol edepsiz! Bunda o kadar korkuya kapılacak ne var?”
“Ben bu resim üzerine büyük bir zenginlik yapısı kurmaya uğraşmaktayım.”
“Anlayamadım?”
“Bu kadın çok tanınmış zenginlerden birinin genç karısıdır. hâlâ anlayamadın mı?”
Bu son sözlerden tekrar zihni karışan Ömer Efendi ne diyeceğini bilmeyecek kadar alıklaşmışken mağazadan içeriye bir polis girdi. Cam bölmenin önünde durarak:
“Edip Münir Bey buradaymış.”
Edip Münir ayağa kalkarak “İşte o benim.” dedi.
Polis: “Buyurun, sizi komiser bey çağırıyor.”
Edip Münir: “Peki, hazırım.”
Polis: “Amcanı, Hacı Ömer Efendi’yi de beraber götüreceğim.”
Bu amca deyimi Ömer Efendi’nin beynine kurşun gibi işledi. Ve içeride kaldı. “Ben bu haydudun amcası değilim!” diye o anda polise karşı yana yakıla yalanlamalara kalkışmak ne para ederdi? Zavallı adamın yine o anda biraz önce Edip Münir’in verdiği öğüt aklına geldi. Ama bu kıçını kaşımakla atlatılır tehlikelerden değildi.
Paltosunu, kasketini giydi. Hazırlandı, kâtibini bir köşeye çekerek “Oğlum, ben gidiyorum. O uğursuz bavulun içinden neler çıkacağı belli değildir. Artık sonumun ne olacağını Allah’tan başka kimse bilmez. Mağaza sana emanet, dikkat et!..” uyarmasıyla ticaret evinden çıktı.
İkisi polisin arkasından yürürlerken Edip Münir, Hacı Ömer Efendi’yi kendisine amca yapan “Doğru Söz” gazetesinden bir tane aldı. Okuyarak yürüyor, arada bir gülüyor, galiba heyecanlarını, yürek çarpıntılarını büyük nefeslerle dışarı veriyordu.
6
Merkezden içeri girdiler. Komiser beyin yanında bir başka dava görülüyordu. Bunları başka bir odaya soktular. İçerisi epey kalabalıktı. Masalarda polisler kayıt yapıyorlar, ellerinde kâğıtlarla birtakımı da girip çıkıyorlar, sünepe kılıklı birkaç kişi de süklüm püklüm bekliyorlar.
Bu yeni gelenlere şuraya buyurun, oturun diyen olmadı. Fakat Edip Münir, Ömer Efendi’yi bir tarafa yerleştirdikten sonra kendine de bir iskemle buldu.
Çarşıkapı’da Kunduracı Yordan’ın kilidini kırarak dükkânından on sekiz çift ayakkabı aşıran Kaldırımcıoğlu Yusuf’un davası görülüyordu. O bitti. Mahmutpaşa’da elbiseci Rıza Efendi’nin dükkânından bir takım kostüm çalan Hızıroğlu Ali olayının incelenmesine geçildi. Ali o kadar yalınkat, o kadar tırıl ve hemen yarı çıplak bir kıyafetteydi ki onun hâline bakarak insanın bu hırsızlığı hoş göreceği geliyordu.
Ali suçunu inkâr yoluna saptı. Fakat dışarıdan tanıklar çağırıldı. Hırsız, tutulduğu kapanın içinde kıvranıyordu.
Ömer Efendi kendi gibi namuslu, işiyle gücüyle uğraşan bir adamın bu geçmişleri suçlarla yüklü adamların arasına nasıl girdiğini düşünmekten başı dönerken Edip Münir onun kulağına eğilerek:
“Birkaç yüz kat elbise dolu bir mağazadan giyinmek isteyen şu çıplağa bakınız, kanun nasıl bir işlem yapıyor.”
Bu sözleri işitince zavallı adam, polis merkezinde bulunduğunu unutarak karşısındakinin ağzına bir tokat aşk etmek isteğinden aşırı bir öfkeden kendini zor kurtardı.
Nihayet sıra kendilerine geldi. Oturdukları yer, adları, baba adları, sanatları falan sorulmak ve kendilerine karşı ileriye sürülen iddianın ne olduğu açıklanmak gibi usulden olan kayıtlar yapıldıktan sonra ufak bir anlatım özetiyle komiserin huzuruna çıkarıldılar.
Komiser içeriye girenleri büyük bir dikkatle süzüyordu. Yer gösterdi. Oturdular. Eline verilen zapta baktı. Oradaki soruları tekrarladı. Komiserin bir yargıca yaraşır gayet vakarlı ve ince bir davranışı vardı.
Komiser: “Ömer Efendi, siz Edip Münir Bey’in amcası mısınız?”
Ömer Efendi: “Hayır efendim, ne münasebet? Rahmetli babası dostumdu, işte o kadar… Aramızda katiyen akrabalık yoktur. Gazeteler yanlış yazıyorlar.”
Komiser: “Benim zabıtta böyle bir kayıt yok da soruyorum.”
Edip Münir: “Efendim, gazetelerin yalanları sayıklama, saçmalama derecesini de geçiyor. Benim pansiyona üç yüz lira borcum olduğunu, bilezik, küpe, yüzük çaldığımı yazıyorlar. Bu hırsızlıklar tamamıyla iftiradır. Pansiyon sahipleri bir buçuk aylık borcumun kırk beş lira kadar olduğunu söyledikleri hâlde ‘Doğru Söz’ gazetesi takındığı bu çok ikiyüzlülükle, adının tersine, bunu üç yüz liraya nasıl çıkarıyor?”
Komiser: “Biz gazetelerin yazdıklarına bakmayız. Kendi araştırmalarımıza dayanarak iş görürüz. Zabıta araştırmalarında bir altın bilezik çaldığınız kayıtlıdır. Ne dersiniz?”
“Bu alçakça iftirayı kesinlikle ve tiksinerek reddederim.”
Komiser: “Pansiyona kırk beş lira borcunuz varken her ne suretle ise bavulunuzu oradan aşırarak kaçtığınız iddia olunuyor. Ne dersiniz?”
Edip Münir hafifçe dudaklarını ısırarak:
“Bir şey diyemem. Çünkü bu doğrudur.”
Bu tür zanlıların tek silahları inkârdır. Zaten tartışma götürmez bir açıklık karşısında bile inkârdan ayrılmayarak durumlarını büsbütün ağırlaştırırlar. Edip Münir’in bu itirafı önünde komiser şöyle her zaman rastlanan adi bir dolandırıcıyla değil bu işin ustası bir dolandırıcıyla karşılaştığını anlayarak:
“Bu cihetin araştırılmasını sonraya bırakıyorum. Şimdi şu bavula bakalım. Anahtarı üzerinizdedir ya?”
“Evet.”
“Açınız.”
Bavul ortaya geldi. Edip Münir bu “açınız” emri önünde bir an kararsızlığa kapılarak:
“Efendim, ben bileziği çalmış olsam içinde esvaplarım, çamaşırlarım olan bu valize kilitleyecek kadar ahmak değilim. Bunun içinde sadece bu dediklerim vardır. Bekâr eşyası…”
Komiser gayet dik ve anlamlı bir bakışla:
“Valizinizde özel eşyanızdan başka bir şey yok mu? Açınız göreyim.”
Şeytanca bir zekâsı olan Edip Münir, komiserin bu ezici ve anlamlı gözlerinde kendine korku veren bazı şeyler okudu. Valizden çıkacak rezaletin suçunu önceden biraz hafifletmiş bulunmak için:
“Efendim, gençliktir bu… Bekâr valizi içinde bazen yabancı gözlere açılamayacak kadar utandırıcı şeyler de bulunabilir.”
Komiser aynı dik bakışla:
“Zabıta araştırması hiçbir ayıp yasağı ile durdurulamaz. Açınız, görelim.”
Valiz ortaya getirildi. Edip Münir cebinden bir zincir parçasına bağlı küçük bir anahtar çıkardı. Elleri ağır işler bir istemezlik davranışıyla kilidin içinde çevirdi. Kapağı açtı. Düzensiz bir biçimde tıkılmış kirli, temiz iç çamaşırları, buruşuk gömlekler, yakalıklar, birbirine dolanmış kravatlar, bir kat kullanılmış kostüm ve benzeri şeyler meydana çıktı. Valiz sahibi hep bunları Bitpazarı’nda mezat eder gibi eliyle kaldırıyor, silkip bir tarafa koyuyordu. Beklenilen utandırıcı şey çıkmadı.
Ne de altın bilezik… Ömer Efendi nefes almaya korkar bir heyecanla sonucu bekliyordu.
Edip