Hüseyin Rahmi Gürpınar

Dünyanın Mihveri Kadın mı Para mı?


Скачать книгу

bilmediğim bir kilitli bavul bıraktı. Çarçabuk mağazamı ona hırsız yatağı yaptılar. Çalınmış eşyayı aramızda paylaştığımızı söylüyorlar. Ve sonra pansiyon semtinde kaç zamandır çalınan şeylerin açılacak bavuldan çıkacağı bekleşiliyormuş. Bu kadarı fazladır. Çok fazladır! Bu yalanları akla uygun bir ölçüye vurarak söylemeyi de gereksiz görüyorlar, şişirilmiş, büyütülmüş yalanlar resmî makamlarca ortaya çıkarıldığı gün ne diyecekler?”

      “Hiç!”

      “Böyle resmî yalanlamalar oluyor.”

      “Hem de çok oluyor.”

      “Biz kimsenin yüzünün kızardığını görmüyoruz ki…”

      “Ne de cezalandırılğını…”

***

      Gazetenin bu yazısı Ömer Efendi’nin başından aşağı kaynar bir su gibi döküldü. Beynini sızlatıyor, şimdi bütün İstanbul halkı onu hırsız yatağı olarak tanıyordu. Özellikle zabıta olayları meraklılarının aralarında şöyle konuştuklarını duyar gibi oluyor:

      “Yahu, bu Asmaaltı tüccarından bu uğursuzluk, bu alçaklık umulur mu?”

      “Özellikle ‘hacı’ lakabını taşıyan bir adamdan…”

      “Hacıdan, hocadan kork artık.”

      “Günden güne kriz artıyor. Hacı olmakla zamanın etkisinden kendini kurtarmak kabil mi? İşi bozulmuş. Zavallı adam da ticaretini bu şekle sokmak zorunda kalmış olmalı.”

      “Gel de bu hacıdan alışveriş et…”

      “Bedava verse artık kimse mağazasına yanaşmaz.”

      Ömer Efendi, bu korkunç konuşmayı kulağının dibinde edilir gibi işitiyor, kendini mahvolmuş, çaresiz bir adam görüyorken mağazadan içeriye telaşlı adımlarla Edip Münir girivermez mi?

      Kovmak mı? Dövmek mi? Bu çapkına ne yapmak, ne söylemek gerekti? Boğazına yumruk gibi bir şey tıkandı. Zavallı tüccar âdeta saralandı. Bir şey söyleyemiyordu.

      Gazete muhabirlerinin amca yeğen yaptıkları bu ihtiyarla genç, yüz yüze bir süre sessiz sessiz bakıştılar. Edip Münir tüccarın gittikçe sararan renginden ürkerek sordu:

      “Hacı efendi, neniz var? Hasta mısınız?”

      Bu soruya Ömer Efendi, bağırmak isteyip de sesi çıkmayan, karabasana tutulmuş bir adamın ızdırabıyla karşılık verdi:

      “Bu sabahki gazeteleri okumadın mı?”

      “Bu memlekette gazetenin ne demek olduğunu bilen adam gazete okumaz. Okumam. Fakat çağırsalar yazarım. Aldanmadan aldatmak elbette daha hoştur.”

      Ömer Efendi baygın baygın devam etti:

      “Fakat halk senin gibi gazetelerin içyüzlerini bilmiyor. Çok yalanlara inanıyor.”

      “İnanır. Halkımız çok saftır. Bu yürek temizliğini bilen tirajı düşmüş gazeteler cicili bicili sekiz on kuruşluk armağanlar vadederek okuyucu avlamaya uğraşıyorlar. Kalemimi alıp bir hesap yaparak bu dubaranın ne demek olduğunu size bir anlatsam, bu gülecek şeye sağlığınız bakımından çok sarsılırsınız. Fakat efendim, zaman koşuyor diyorlar. Zaman bizim bozuk kaldırımların üzerinden yüksek ökçeli hanım iskarpinleriyle yürümüyor. Uçakla, telsizle uçuyor. Birkaç gündür pek acele işlere çevrildim. Nefes alacak vaktim yok. Kendime ancak başımı sokabilecek kadar bir yer buldum. Bavulumu veriniz de gideyim…”

      Ömer Efendi süzüle süzüle şu karşılığı inleyebildi:

      “Bavulun komiserlikte…”

      “Anlamadım.”

      “Polis aldı götürdü.”

      “Neyi?”

      “Bavulu.”

      “Sahi mi söylüyorsun?”

      “Sorun gereksiz.”

      Şimdi beniz bozukluğu Edip Münir’e geçti. Alnında meydana gelen teri eliyle silerek:

      “Eyvah, işte şimdi ayı kazana etti!”

      “Eğer çaldığın altın bilezik, elmas yüzük ve küpeler bavulun içindeyse ikimiz de mahvolduk.”

      Edip Münir şaşkın bir bakışla:

      “Altın bilezik, elmas yüzük falan filan… Durmuş da bana ne şarkısı okuyorsunuz Allah aşkına efendi?”

      “Ben ne şarkı okuyorum ne gazel… Olanı söylüyorum. Ne çaldınsa dosdoğru söyle. Savunmamızı ona göre hazırlayalım. Allah belanı versin! Dolandırıcı katır! Babanı da seni de keşke tanımaz olaydım! Kendinden önce beni mahvettin! Altmış yıllık lekesiz adıma temizlenmez çamurlar sürdün! Söyle, hırsızlıklarını dosdoğru açığa vur.”

      Edip Münir ciddi bir tavır takınmaya uğraşarak:

      “Efendi, ben zamane ahlakının ekstrasına yükselmiş veyahut sizin inancınıza göre alçalmış bir gencim. Vaktiyle yabancı dil okumuşsunuz. Anlarsınız. Ben ‘süperiyör kalite’den2 bir açıkgözüm.”

      “Böyle açıkgöz olacağına keşke kör olaydın, yezit hergele!”

      “Küfretmeyiniz. Söylediklerimin arasından büyük gerçekleri seçmeye uğraşınız.”

      “Gerçek kelimesini ağzına alıp kirletme. Söz uzatacak zamanda değiliz. Sorularıma karşılık ver. Neler çaldın. Nerelere sakladın? Yahut hangi gizli pazarlarda sattın?”

      “Efendim, benim de vücudum elbise, midem yemek, cebim para, kafam eğlence ister.”

      “Kahrol! Senin istediğin polis bodrumunda bir güzel sopadır. Bu hareketlerinden dolayı polisleri suçlamamalı. Onlara geniş yetkiler vermeli. Elleri var olsun ve hatta bu tür sanıklar mahkeme huzuruna çıkarılmadan önce poliste sopalanır diye kanuna bir ek yapmalı.”

      “Çalmayınca yaşamak kabil olmayacağını en büyük filozofların yasa biçimine koydukları bu çağda benim elim, ayağım da tek durmasa ayıp değildir. Fakat inanınız ki Şenlik Pansiyonu’ndan hiçbir şey çalmadım. Oradan yalnız bavulumu aşırarak kaçtım.”

      “Ya bu altın bilezik falan filan iddiaları nedir?”

      “İftira… Sadece iftira… Madam İlya’nın mücevherleri odalarındaki demir kasalarında durur. Değil kasa açmak, benim o odaya ayak bastığım bile görülmüş şey değildir.”

      “Ya bu iğrenç iftiraya nasıl cüret ediyorlar?”

      “Ederler. Buna da şaşmayınız. Eski mantığın tanıtımı gibi insanoğlu iki ayakla yürür bir konuşan hayvan değildir. O, bu anlatıştan çok azgın, yaratılışı, karakteri çok korkunç bir şeydir.”

      “Bavuldan çalınmış eşya çıkmayacağına beni kesinlikle inandırabilir misin?”

      “Kesinlikle…”

      “Bavuldan çalınmış mal çıkmayacak olduktan sonra neye korkuyoruz? Bavulun komiserliğe gittiğini duyunca neden dövünüyorsun?”

      Edip Münir hayal olunan bir düşmana karşı saldırıya hazırlanan bir boksör gibi kendini sarsa sarsa yumruklarını havaya sıkarak:

      “Bavulda çalınmış maldan daha çok korkunç bir şey var!”

      “Daha çok korkunç bir şey… Allah’ım tıkanacağım!”

      “Efendi, kendine gel, tıkanma! Sinirlerini zamanın yüksek tansiyonuyla ayar edemeyen adamın artık hayat hakkı kalmamıştır. Böyle üzüntülere