Hüseyin Rahmi Gürpınar

Dünyanın Mihveri Kadın mı Para mı?


Скачать книгу

bir şeyse yaparım.”

      Edip Münir Şenlik Pansiyonu ile bulundukları yerin arasında kuyu gibi derinleşen aralığı göstererek:

      “Bu akşam gece yarısından sonra bu aralığa ip ucuna bağlanmış bir valiz indireceğim. Sen bu emaneti alıp saklayacak, sabahleyin geldiğim zaman bana teslim edeceksin.”

      Kadın biraz irkilerek:

      “Bu bir hırsızlık işi olabilir, korkarım!”

      “Hırsızlık değil… Valiz kendi malımdır. Biliyorsun ki karı koca İlyaların damı altında pansiyonerim.”

      Bu İlyalar adı önünde Yahudi karısının suratı ekşidi. Tiksintili bir sesle:

      “Ah karı koca İlyalar, ikisi de ne domuz Rumlardır! Kocanın tellallığıyla bir dükkân alım satımında tamam beş lira hakkımızı yediler. Her gün kesattan, zarardan laf açarlar. Bir yandan da gelir getirir şeyler düzerler.”

      “Bana da çok oyun ettiler. Ben de onlardan valizimi kaçırmak istiyorum.”

      Kadın anlamlı bir durgunlukla Münir’in gözlerinin içine baktı. Delikanlı cebinden parlak iki yirmi beşlik çıkararak:

      “Madam, çok dardayım. Param olsa daha fazla verirdim. Bu işi bana bir dostluk diye yapınız. Bu iyiliğinizi hiç unutmayacağım.”

      Karının gözleri, karşısında konuşan adamın yüzünden elli kuruşa dikildi. Parayı kapar gibi alarak önlüğünün cebine indirdikten sonra:

      “Peki, yaparım. Fakat kocam bir şey duymasın.”

      “Merak etme.”

      “Gece yarısından sonra?”

      “Evet, pansiyonda ışıklar sönünce… Saat biri geçer geçmez ben yukarıdan bir kibrit çakarım. Sen o zaman kuyuya kova sarkıtır gibi aşağıya indireceğim valizi alırsın.”

      “Bu akşam?”

      “Evet.”

      “Anlaştık…”

      Edip Münir memnunlukla karının çirkefli elini sıkarak ayrıldı.

      O gün beş altı kuruşa daha kıyarak sağlamca bir ip satın aldı. Pansiyonda bir şüphe uyandırmamak için onu yeleğinin altında beline sardı. Akşam pansiyona dönünce yine karı koca İlyaların gözdağı veren hatırlatmalarına uğradı. Adı bu ayın dilekçesine geçirilmiş olduğu kendisine bir daha söylendi.

      Gece saat biri geçiyor. Pansiyonda ışıklar söndü. Sesler kesildi. İpi sıkıca valize bağladı. Çukura bakan pencere önünde bir kibrit çaktı. Yahudi karısı aşağıdan başka bir kibrit yakarak işe hazır olduğunu anlattı. Epeyce bir zorlukla ağırca valizi yavaş yavaş aralığın karanlığı içine sarkıttı.

      Biraz sonra avuçları arasındaki ip birden hafifledi. Yük yere inmişti. Fakat karı aşağıdan ipi şiddetle sarsıyordu. Yahudilik tamahçılığı ile onun ipi de istediğini anladı. Ve ipi bıraktı.

      Şimdi işin en önemli bölümü görülmüş gibiydi. Ama sabahleyin

      Madam İlya sorguya çıkmazdan önce pansiyonu bırakmak gerekti.

      Valizin odada bulunmadığı anlaşılırsa gürültü kopacaktı.

      Döşeğine uzandı. Alaca bir uyku geçirdi. Sabahleyin erkenden kalkıp giyindi. Alesta bekliyordu. Doksan kiloluk madamın tabanları altında, kağşamış merdivenin bir hayvan gibi inlediğini duyunca hemen odadan dışarı fırladı. Merdivenin yarısında karşılaştılar. Pansiyonerinin telaşından biraz şaşıran karı:

      “Gün daha damımızı ısıtmadan nereye kaçıyorsun böyle Münir Bey?”

      “Madam, sancılandım, eczaneye gidiyorum.”

      Edip Münir bu sözleri karının suratına fırlattıktan sonra yaydan boşanmış ok gibi merdivenleri indi.

      Sancılı bir adamın bu kadar taban hızıyla basamaklardan uçamayacağını anlayan karı birkaç saniye bir şaşkınlık duraksaması geçirdikten sonra içine doğan kuşkuyla odaya çıktı. İlk bakışta bavulu aradı. Meydanda öyle şey yoktu. Gözlerine inanamaz bir inatla karyolanın altına eğildi. O koca valiz sanki kibrit kutusu kadar bir şeymiş gibi elleriyle orayı burayı arıyordu. Yok… Fakat merdivenden aşağı su gibi akan Edip Münir’in ellerinin boş olduğundan da şüphe etmiyordu.

      Merdiven başına geldi. Elleri göğsünde, tıkana tıkana kocasına bağırmaya başladı:

      “Yine yandık! Ocağımız yıkıldı! Pansiyonumuzun yumuşak döşeğinde iki aydır besbedava bir Türk besledik. Belki daha bu sokaklardadır. İlya, komisere koş, yakalat… Bakalım yalnız bavulu mu götürdü? Pansiyonumuzun içinde daha neler taradı? Kasayı yokla… Ceplerini araştır. Ben böyle gözlere görülmeden yapılan kaçakçılıklardan korkarım. Zamanenin bu aç adamları hırsızlıkta kurnazlaştıkça namuslu kimselerin tuttukları işler sarpa sarıyor. Her yıl hükûmetten başka bu dolandırıcılara da vergi veriyoruz. Cepleri para tutmaz, hiçbir işle yorulmaz, senden benden yer, içer, beyler gibi eğlenir, gezer.”

      Kaçağın pansiyondan birçok şeyler de aşırdığı suçlaması ile komisere başvurulur. Aranır, taranır, Edip Münir’den bir eser bulunamaz.

      Madam İlya kaçağa kadar uzanabilecek bir ipucu bulabilmek için acemi bir detektif atılışıyla boş odaya çıkar. Tahta aralıklarına kadar her yeri tekrar gözden geçirir, umut verecek bir iz bulamayınca pencereden dışarıya haykırmaya başlar:

      “Komşular gördünüz mü? Bu oğlan koca bavulu nereden uçurdu? Hava panpuruyla mı kaçırdı?”1

      Yahudi karısı pansiyoncunun bu çırpınmalarına pencere kenarından kıs kıs gülerek “Evet, evet, hava panpuruyla!” diyordu.

      3

      Edip Münir bavulunu Yahudi evinden kurtardıktan sonra elinde bu ağır yükle Sirkeci’nin arka sokaklarından Eminönü’ne kadar geldi. Şimdi ne yapacaktı? Pansiyonda oturduğu birkaç ay içinde kurtulmuş olduğu serserilik hayatı o dakikadan itibaren yine başlamıştı. Ev yok, bark yok. Cepte para yok. Fakat İstanbul’da kendi durumunda pek çok kimse vardı. Onlar nasıl yaşıyorlardı? Hırsızlık, yankesicilik, dolandırıcılık istenir hâllerden değildir ama her yanı nimet dolu koca bir şehir içinde açlıktan ölmek de o fenalıkları yapmaktan elbette daha korkunçtur.

      Pansiyonda iyi kötü yattı, kalktı. Yedi, içti. Bir buçuk aylık ücreti vermeden sıvıştı. Kuşkusuz bu bir ahlaksızlıktır. Ama ahlak daima gübrelenmeye, sulanmaya ihtiyacı olan bir fidana benzer. Bu bakımdan yoksun kalınca kurur. O anda günün ahlaklı sayılan bütün insanları Münir’in durumuna düşmüş olsalar, onların içinde bu kelimenin yaraşığı uğruna kendini feda edecek kaç kahraman bulunabilir?

      Hayat kavgasının en son sınırlarına gelince ahlakla ilişki kesilir. Yaşamak ihtiyacı her şeye üstün gelir.

      Hiçbir hırsız, hiçbir dolandırıcı, yani namuslu adamların emeklerinden çalarak yaşayanların hiçbiri, bu çalıp çırpma kötülüklerini ahlak yasalarıyla karşılaştırarak bir bağış dileme noktası aramaya kalkışmaz. Edip Münir böyle bir düşünceden çekinmediği için o profesyonellere bakınca kendini ahlak düşüncelerinden büsbütün kurtulamayan bir amatör sayıyordu.

      Hele bu “namuslu adamların emeklerinden çalarak yaşayanlar” cümlesi önünde bir ikinci irkilişle durdu. Dünyada ahlakın en yüce doruğuna yükseldikleri kabul edilen tarafsız bir kurul toplanıp da yeniden bir yasa yapsalar “namuslu kimselerin emeklerinden çalmak” sözünün peyda edeceği