bugün bana teklif edeceğiniz herhangi bir işi yapmaya hazırım. İş bulunuz, yapayım.”
“İşsiz kalan kimselerden çoğunun ahlakça kusurları vardır. Namuslu adam uzun süre iş aramaz. İş gelip onu bulur. Günün bu ahlak karışıklığı içinde kendine tamamıyla güvenilebilir, dosdoğru bir adam, ağırlığınca altına değer. Böyle bir kimseyi ele geçiren bir patron bir daha onu işi başından ayırmak istemez.”
“Ahlak ve namus yasalarınızı bana aşılayınız. Ben de kesinlikle onlara bağlı kalacağıma söz vereyim. Fakat namus da insana birdenbire çıkar sağlayan bir şey değildir.”
“Ah oğlum, ondan birdenbire bir çıkar bekleyerek namuslu olacağını söyleyen bir kimse düpedüz bir namussuzluk işlemiş olur. Ve böyle söylemek de namusun ne olduğunu anlamamakta inat etmektir. Namus birdenbire bir çıkar sağlayamadıktan başka, onun değeri bilinmeyen çevrelerde bazen sahibine felaket de getirebilir.”
“Namussuzlar hükümlü olmak, ceza, hapis felaketlerinden korkarlar. Namusluluk da her ne şekilde olursa olsun felakete döndükten sonra bu ikisinin arasında ne fark kalır?”
“Oğlum, bana koyu koyu küfür ettirme! Bu iki şeyi senin düşündüğün biçimde yargılamak da bir namussuzluktur. Kelimenin olumlu olumsuz bu iki şeklinden birini seçmekte kararsızlığa düşmüş bir kimsede artık ahlak aranır mı?”
“Olamaz mı efendim? Son derece darlığa düşmüş bir adam hırsızlığının farkına varılamayacağı bir para kümesinin karşısında bulunursa çalayım mı çalmayayım mı diye kendisiyle mücadeleye kalkışmaz mı? Ve niceleri de vardır ki çalmışlardır da duyulmadıkları için sosyal namuslarından bir kıymık kaybetmemişlerdir.”
“Asıl namuslu adam halk önünde olacak hükümlülüğünden ziyade kendi vicdanının suçlamasından korkar. Aslında fena bir adamı halkın iyi bilmesinden çok fenalıklar çıkar. Böyle bir adam vicdanı karşısında iki katlı sorumludur. Birinci suç gizli hırsızlığı, ikincisi de halkı aldatmasıdır. Böyleleri insanlık için kelepçelerle hapishanelere götürülenlerden daha korkunçtur.”
Edip Münir birdenbire horoz gibi kabardı. Gözlerini ihtiyarın üzerine açarak:
“Efendi baba, efendi baba! Eski kafa, eski kafa… Boğazıma tıkılanları söylemezsem tıkanacağım!”
“Tıkanma, söyle, yeni kafa…”
“Dinine sıkıdan sıkıya bağlıysan Allah, dinsizsen talih sana vermiş, bana vermemiş. İşte ben bu paylaşmayı beğenmiyorum.”
Hacı Ömer Efendi aynı ateşle bağırdı:
“Sus! Sus! Komünist sözünü işitiyordum ama davasını bu kadar pervasızlıkla yüzüme haykıran bir küstaha henüz rastlamamıştım!”
Edip Münir: “Ortada bir komünist sözüdür dönüyor. Bunun anlamını bilen de söylüyor, bilmeyen de…”
Ömer Efendi: “Bunun anlamını bilmeyecek ne var? Soygunculuk… Sermaye sahiplerini vur aşağıya, halkın ağzına uygulanması imkânsız prensiplerle bir parmak bal çal. Bu yanda açları avut, öbür yanda kapışabildiğin kadar kapış… Troçki’ler gibi bir tarafa savuş. Prens hayatı sür. Bollukta, rahat yaşamada eşitlik nerede? Bugün Rusya’da bir banka direktörüyle bir mujik aynı hayatı mı yaşıyorlar? Hükûmet şekli ne olursa olsun her zaman ve her yerde efendi efendidir. Uşak uşaktır. Eğer aşağı tabaka yukarıkine üstün gelirse bu, yerleri değiştirilen bir tahterevalli oyunu olur. Biri iner, öbürü çıkar. Bunun için daima bir alt bir de üst bulunacaktır. Tabiatın yarattıklarına verdiği değişmez yasa böyledir.”
Bu tartışma sırasında Edip Münir’in gözleri arada bir köşedeki demir kasaya kayıyor, mağaza sahibi de bunun farkına varıyordu.
Edip Münir derin düşünür gibi gözlerini mağazanın köşe bucağında ağır ağır dolaştırdıktan sonra:
“Tartışmamızı ne kadar uzatsak aynı sonuca varamayız. Ben elli yıl geriye dönemem, siz de yine o kadar yıl ileriye atlayamazsınız.”
Ömer Efendi: “Elli yıl ileriye deyip de bu zamanın moralini kendininkine benzetmek bugünkü kuşağa büyük bir iftira atmaktır.”
Edip Münir, hacının yüzüne tuhaf bir bakışla:
“Bugün bana birkaç lira vermeyecek misiniz?”
“Hayır dedim ya…”
“Bir ikinci ricam var, onu da kabul etmezseniz beni insanlıktan iğrendirmiş olursunuz.”
“Demek hepimiz insanız. Bu nedenle öteki insan kardeşlerimize karşı iyi olmak gereğini hissediyoruz. Hep bu kanun üzerine harekete karar versek fenalıkların çoğu düzelir. Nedir rican?”
“Kendime bir yer buluncaya kadar bavulum burada kalsın.”
“Şimdiye kadar yersiz miydin? Nerelerde vakit geçiriyordun?”
“Pansiyon değiştiriyorum.”
“Bulunduğun pansiyona borcun birikti. Nasılsa oradan bavulunu aşırdın. Şimdi kendini bir süre daha bedava besletecek yer arıyorsun. Yeni bir macera peşinde dolaşacaksın.”
“Bana karşı kötü şeylerden başka bir şey düşünmüyorsunuz.”
“Peki, bavulun burada birkaç gün kalsın. Fakat içinde çalınmış eşya varsa beni de sana yatak tutarlar.”
“Beni çok düşkün görüyorsunuz. Çünkü doğru düşünmüyorsunuz. Çalmışsam para eder şeyler çalmış olacağım. Bavulumda böyle kıymetli mal bulunsa satar, işimi görürdüm. Sizden neye para isteyeyim?”
“Paran yok. Nereden geleceği belli değil. Her ne pahasına olursa olsun kendine bir yer bulmak zorundasın. Ağır, durum çok ağır!..”
Edip Münir yalvaran bir boyun eğişle:
“Şimdi insanların birbirlerine kardeşçe yardım etmeleri gereğini söylüyorsunuz. Sonra çok ağır durumda gördüğünüz bir zavallıya elinizi uzatmıyorsunuz.”
“Oğlum, insanlar ahlaksızları yola getirmek için bir ceza usulü bulmuşlardır. Ceza ile yüzde kaç kopuk ahlaklandırılır? Burasını şimdilik konunun dışında tutuyorum. Sen de yaptıklarının cezasını çekerek belki biraz uslanırsın. Geçimini sudan çıkarıncaya kadar seni kendi hâline bırakmayı uygun görüyorum.”
“Bunu da bir iyilik sayıyorsunuz.”
“Şüphesiz…”
“Teşekkür ederim. Allah’a ısmarladık.”
“Uğurlar olsun…”
4
Hacı Ömer Efendi gerçekten hac etmiş bir adam değildir. Ticarette hacı, hoca, hafız gibi sıfatların müşterilere güven verdiğini bildiği için kendine böyle bir unvan vermeyi uygun görmüştür. Bu da en ahlaklıların bile insanların zaaflarından yararlanmayı düşündüklerine iyi bir örnektir.
Edip Münir gittikten sonra Ömer Efendi’nin zihni beş on dakika kadar bu acayip gençle oyalandı, sonra yine işiyle uğraşmaya başladı. Onu da bir köşede duran bavulu da unuttu.
Ertesi günü öğleye doğru mağazadan içeriye bir polisle tanımadığı bir adam girdi. Polis selam verdikten sonra:
“Efendi, dün sabah buraya Edip Münir adında bir genç gelmiş.”
Ömer Efendi bu ani soru karşısında birden şaşaladı. Ne desin? Edip Münir’in geldiğini doğrulasın mı? Hayır mı desin yoksa? Tecrübeli ihtiyar böyle hususlarda doğruluktan ayrılmanın tehlikesini bildiğinden bir iki yutkunduktan sonra