münasiple anlat. Sana muhabbeti, namusuna hürmeti, tahsilini tamamlamaya meyli olduğu cihetle, elbet bu arzumu, bu kararımı kabul edecektir. Haydi, Meliha’m seni göreyim. Allah yardımcın olsun!”
Bu sözler, zor durumda kalan birisine taze bir hayat verir gibi Meliha’ya da taptaze bir hayat ve umut bahşetti. Dünyada bu kadar mesut ve bahtiyar olduğunu bilmiyordu. Artık fazla söz söylemeyi zait gördü. Zaten pederi söyleyeceklerini bir kalemde tamamlamış olduğundan lafın devamını arzu etmiyordu. O her şeyi anlamıştı. Meliha pederinin elini eteğini öpüp, hareketiyle, tavırlarıyla, nezaketiyle teşekkürünü ve minnettarlığını ifa ederek oradan hemen çıktı. Doğruca Kenan’ın bulunduğu odaya vardı.
Meliha içeriye girdi. Naz ve eda ile gelip pencere önüne yaslandı. Kenan tasavvur ettiği müthiş ihtimaller sanki kızın yüzünden silinmiş gibi algılasa da, bir türlü yüzüne bakmaya cesaret edemiyordu. Meliha ise pederinden işittiği sözlerden âdeta kendinden geçmiş gibi bir hâl içindeydi. Çünkü pederinin bu tarzda konuşacağını hiç tahmin etmemişti. Kenan o sırada kızın yüzüne bakacak kadar bir cesarete malik olsaydı her hakikati anlardı. Fakat mümkün olamadı. Zaten Meliha da alıklaşmıştı. Zavallı çocuk ise istikbalini artık mahvolmuş zannediyordu.
Üçüncü Kısım
Can yakan bu mevsimde esen rüzgâr, âdeta ruhu titretiyor ve yine esen rüzgârın sevkiyle renkten renge giren bulutları daima bir cihete sevk ediyordu. Mevsimin şiddetli hararetinden bizar olanlar ruha ferahlık veren rüzgârın etkisiyle kimi bahçelere, denizlere, kimi de denizlerden uzak olan daha serin yerlere yöneliyordu.
Tabiatın her türlü harikalarından, güzelliklerinden istifade etmek isteyenler buralara doğru yol alıyorlardı. Bu tenha yerlerde gönül eğlendirip hem tabiatın hem de kendilerinin güzelliklerini temaşa edip aşk ve sevdalarını yaşamak istiyorlardı. Bütün bu güzellikleri yaşamak isteyen Meliha ile Kenan dahi bu fırsattan istifade etmek istediler ve özel olarak yeni inşa edilmiş olan deniz hamamının taraçasına çıkmışlardı.
Bilseniz, o mevki ne kadar latif idi. İzmir’in o güzel rıhtımını tezyin eden gazinoların sahil boyunca etrafa ışık saçan fenerlerinin, özellikle de denize akseden o nurlu parıltılar; ayrıca rüzgârın da etkisiyle meydana gelen dalgacıklar, doyulmaz bir letafet oluşturuyorlardı.
Uzaklardan gele gele deniz kenarında ince çakıl taşları arasında kaybolup giden dalgalar, Meliha’nın altın zülüflerine dokunan o tatlı rüzgârın oluşturduğu dalgalanmalar ve güzelliklerden başka bu mevkide bir hareket görülmüyor ve bir seda da işitilmiyordu.
Meliha elini şakağına dayayıp gözleri müphem, karanlık bir noktaya bakar vaziyette düşünüyordu. Zihnen fevkalade ehemmiyetli bir meselenin münakaşasıyla meşgul bulunduğu görülüyordu. Kenan ise Meliha’yı böyle derin düşünceler içinde gördükçe işin nezaketine dikkat etmeye çalışıyordu. Diğer taraftan da yetimane bir tavır içine girerek ve boynunu da bükerek mahzun mahzun düşünüyordu.
Meliha bu mehtaplı gecenin sevda uyandıran bir sükûn-ı latifin hissiyat-ı âşıkanesine verdiği galeyan ile her şeyi, her hakikati Kenan’a itiraf edecek, mesut olmalarının yegâne çaresi olan ahvali birer birer ortaya dökecekti. Hatta kabul ettirmek için ağlayacak sızlayacaktı. Hatta Kenan’ın her dakika ziyadeleşen hüznünü gördükçe içindekileri nakletmek için muvafık bir zemin bulamıyordu. Kabil olsaydı, hafifmeşrepliğine hamledilmeseydi, çocuğu kucağına alarak teselli edecek, şu dünyada onun için, yalnız onun için yaşadığını, bu uğurda gerekirse canını dahi fedadan çekinmeyeceğini söyleyerek ilanıaşk edecekti. Ah aşk! Aşk… Sen mucize numuneler gösterirsin!
Tabiatın biraz evvel tarif eylediğimiz veçhile yalnız mini mini dalgaların sahile temasıyla husule getirdiği muntazam sedalardan başka bir sesin işitilmediği yani tam bir sükûn içinde bulunduğu bir sırada idi ki, denizin ortasından “Hey! Hey!” nidasıyla başlayan bir feryat hava tabakasının içinden çalkalana çalkalana bütün hisleriyle sevdaya dalan iki sevdalının kulakları içinde âdeta çınladı durdu. O anda Meliha’nın hazin nazarı, Kenan’ın gözleri içine dalmıştı. Hayır, hayır o muhabbet saçan gözlerin daldığı sevgili, onun hassas kalbinin derinliklerinde ne ruhu ferahlandıran emeller, ne melekane tebessümler uyandırmıştı! O nazar, âdeta onun kalbinde muhabbet şimşekleri uyandırmıştı. Zaten dünyanın en büyük bir lütfunu Meliha’nın ufacık bir tebessümünden, kaderinin en müsait bir cilvesini cananının bir kelime-i taltifinden ibaret gören Kenan nazarında da bir umut ışığı uyandırmıştı. Çünkü geçirdiği on altı, on yedi senelik hayat tetkik edilse bir gününün, hatta bir saatinin bile rahatla, sükûnetle geçmediği görülecekti. Yaşadıkları bunca badirelerin hepsi kalbinde birikmişti. O kadar birikmişti ki artık iki sevgili için de tahammül edilmez bir hâl almıştı. İşte böyle bir anda denizin saf, temiz ve latif olan derinliklerinden yansıyan ses cananının hassas olan hissiyatlarını muhabbete sevk etmişti. Üzerlerindeki bütün elemleri bir anda yok etmişti. Hatta Kenan’ın Meliha’yı kendi malı addedecek derecede kalbinde ilk defa böyle cüret peyda olmaya başlamıştı. Zaten Meliha da onun malı, sevgilisi ve eşi olmayı cana minnet biliyordu. Fakat talihinden bu kadar vefa ümit etmiyordu. Onun kalbi ve manevi bir baskı saikasıyla sıhhatine itimada mecbur olduğu rüyaları ona daima istikbalin kanlı manzaralarını, müthiş vakalarını hatırlatıyordu. Hâl böyle iken zavallı kızcağız kendisi için tek teselli onu görüyor ve onu buluyordu. Ne zaman ki ayrılık ateşiyle yanmış ise yine de kalbinin en derinliklerinde şu cümleler dökülmüştür:
Ey aşk, bildiğin gibi yak yık derunumu.
Bir kimsesiz belâzedenin hanümanıdır!
Bu iç yakan aşkı aks ede ede uzaklarda kayboldu, gitti. Meliha içindeki bu hüznünü gizlemeye muvaffak olamayarak ağlamaya başladı. Bu gözyaşı Kenan’ı daldığı hayal âleminden uyandırdı ve dedi ki:
“Hakikat! Ne müessir seda, ne hazin nağme! Fakat Meliha seni bu kadar müteessir görmeyi arzu etmem. Asabisin, vücudun zayıf ve naziktir. Maazallah sonra hasta olursun.”
“Bırak beni Kenan, bırak, doya doya ağlayayım.”
“Niçin, Allah’a şükür ne var ki?”
“Dün akşam enişten beni yanına çağırmamış mıydı?”
Kenan’ın yüreği titredi:
“Evet…” dedi.
“Anlamıyor musun, hissetmiyor musun Kenan? Neden bu kadar bigâne davranıyorsun? Ah, sen, sen her şeyi bilirsin. Fakat söylemezsin. Benim kalbimi pare pare etmek, her şeyi ortaya döktürmek istiyorsun. Of! Niçin bu kadar merhametsizsin Kenan? Pederim beni yanına dizleri ucuna oturttu. Gözleri gözlerimden ayrılmıyordu. Ben korku ve heyecan içindeydim. Çünkü eniştenin rengi atmış, gözleri tabii hâlinden çok ziyade açılmıştı. O muhterem yüzü temaşadan korkuyordum. Bizi evvelki akşam kameriyede görmüş, bir şeyler hissetmiş. Bana bunları sordu. Gözlerimi kapadım, kalp gözümü açtım. Sevdiğimi, seni, Kenan’ı sevdiğimi, sensiz yaşayamayacağımı itiraf ettim. Bu hengâmda ben ağlıyordum. O zavallı ise zangır zangır titriyordu. Sükût ettiğim gibi bu muhabbetin karşılıklı olup olmadığını sual etti. Ah nurum! Ağzından bir kelime-i muhabbet işitmediğim hâlde vaziyetinden, hareketlerinden beni sevdiğini anladığım için cevap verdim: ‘Evet, Kenan da beni seviyor.’ aklım başımda değildi. Kendimi ciddi bir peder karşısında kıyas etmiyordum. Cevap verdi: ‘Ben sizi zaten mesut etmek isterim, fakat siz artık çocuk değilsiniz. İlişkilerinizden, hareketlerinizden hane halkı şüpheye düşmemek, muhabbetinize vâkıf olmamak için Kenan’ın senden ayrı bulunması lazımdır. Bu sebepten ona selamlıkta bir daire tefriş ettireceğim. Yarından itibaren oraya nakledecek. Sonra İstanbul’a göndereceğim.’ dedi. Bu cevap, bu karar beni bitirdi, mahvetti.