Ахмет Мидхат

Eski Mektuplar


Скачать книгу

kalmıştı.

      Sabah olmuştu. Tabiat henüz uykudan uyanıyordu. Semayı yavaş yavaş yaldızlayan güneş dağlar arkasından nurlar saçıyor, fakat daha görünmüyordu. Yeşil çimenler üzerinde parlayan jaleler henüz mahvolmamış. Bazı tarla kuşları o yeşil çimenler içindeki renklenen sulardan jaleleri içerek hem kendilerinden geçiyorlar, hem de güneşin doğuşunun verdiği neşe ile her biri birer gazelhan gibi farklı terennümlerle sesler çıkarıyorlardı.

      O esnada bir araba şehre doğru koşuyordu. İçinde bir delikanlı vardı. Baştanbaşa siyahlara gark olmuş, başını hazin bir surette sağ cihetine meyletmiş, simasını matemli bir renk bürümüştü. Sadece düşünüyordu. Kirpiklerinin üzerinde sanki birer gülle oturmuştu. Bir türlü açılamayan gözleri bin ıstırap ile dolmuş gibiydi. Bu delikanlı Kenan idi. Yalıdan çıkmış, rıhtımda buluşmak üzere eniştesinden ayrılmış, Meliha’nın yalnız hazin bir ahını işitmişti. Şimdi ise validesinin mezarını ziyarete gidiyordu.

      Araba o güzel caddeyi bir müddet takip ettikten sonra durdu. Kenan kabristana girip yaldızlı harflerle bezenmiş bir taş dibinde oturmuş, titrek ellerini dergâh-ı izzete doğru kaldırmıştı. Gözlerinden yuvarlanan yaşlar öyle bir derecede idi ki görenler onun yine kendi yaşları içinde boğulacağına hükmederlerdi. Yarım saat kadar devam eden bu münacat son bulunca Kenan yine arabaya binerek o yol ile şehre dâhil olmuştu. Ahbabı, dostları ziyarete gidiyordu. Bunlar arasında onun pek kıymetli, hakikatli bir dostu, bir kardeşi vardı. Onu belki kendinden ziyade severdi. Bu genç Sabit Bey’di. Kenan bilhassa onunla uzun uzadıya görüştü. Zaten Kenan’ın Sabit’ten gizli bir sırrı yoktu. Hatta gerektiğinde ondan fikir sorar, o suretle hareket ederdi. Buna karşılık Sabit’te de Kenan için kalben fevkalade bir uhuvvet, bir muhabbet mevcut idi. Ne kadar tehlike mevcut olursa olsun, âlem ne türlü hezeyanda bulunursa bulunsun, o, bunların hiçbirine ehemmiyet vermeyerek daima arkadaşının hukukunu muhafaza ve müdafaa ederdi. Müşkül bir mevkide bulunan ahbaplarına -küçük dahi olsa- daima yardımda bulunduğundan, yani bütünüyle hayır hasenat sahibi olduğundan onu çok kişiler çekemezler ve her zaman aleyhinde bulunurlardı. Fakat Sabit bunları basit şeyler kabilinden addederek, zerrece fikrinden dönmez, bu doğru bildiği hareketlerini değiştirmezdi. İşte Kenan için bu âlemde en mükemmel istinatgâh; en büyük teselli veren arkadaş Sabit idi.

      Hatırından çıkamadığı bazı ahbapları şöylece bir ziyaretten sonra Kenan uzun uzadıya görüşmek için, arkadaşının hanesine gitti. Sabit zaten Kenan’ın geleceğini bildiğinden sabahtan beri kendisini bekliyordu. İki samimi dost hayli zaman görüştüler. Kenan bu defa her şeyi ortaya dökmüş, her hakikati itiraf etmişti. Meliha’yı bütün aşkı, bütün kalbiyle sevdiğini, bu seyahati sadece ona malikiyetini temin için gerçekleştirdiğini arz etti. Oradan uzaklaştığı esnada şayet Meliha’ya bir hain el uzanırsa ve eğer eniştesinin hastalığı şiddetini arttırırsa, hiç zaman geçirmeden kendisine malumat vermesini istirham eyledi. Sabit bu teklifi kabul etmekle kendisine çok önemli bir vazife addettiğini, en müşkül, en zor zamanlarda bile bu vazifeyi ifadan geri durmayacağını temin eylediği zaman iki arkadaş yekdiğerini kucakladılar. Sabit, Kenan’ı vapura kadar yolcu etmek istedi. Fakat Kenan mâni oldu. Mümkün değil tahammül edemeyeceğini söyledi. Sabit ısrar etmedi. Çünkü Kenan’ın ne kadar hassas ve asabi olduğunu biliyordu.

      İki, iki buçuk saat kadar devam eden bu samimi ziyaret dahi son bulunca Kenan yine arabasıyla iskeleye inmiş, orada kendisini bekleyen eniştesi Saim Bey’le yola koyulmuştu.

      O gün İstanbul’a doğru posta olarak Messagerie Maritime Kumpanyası’nın Kuvadiyyül Kebir namında gayet büyük bir vapurunun alaturka saat altıda hareket edeceği ilan olunmuştu.

      Kenan eniştesiyle beraber o civarda olan lokantaların birinde hafif bir kuşluk kahvaltısı ederek birinci kamara yolcularına mahsus yemekli bir bilet alıp, birlikte vapura gittiler. Kenan yalnız bir sandık ve birkaç kitaptan ibaret olan eşyasını kamarotun gösterdiği kamaraya yerleştirerek eniştesiyle birlikte güverteye çıkmış, kendi durumuna mahsus meseleyi konuşmaya başlamıştı. O esnada vapurun hareket etmek üzere bulunduğunu ilan eden düdüğün acı acı sesi Saim Bey’i sohbeti sonlandırmaya mecbur bırakmıştı. Saim Bey mahzunane bir tavır ile ayağa kalkarak Kenan’ı öptükten ve işlerinde muvaffak olmasına dair sözlerinden sonra cebinden bir mektup çıkarıp:

      “Evlâdım, bu mektup İstanbul’da nüfuz sahibi ve her cihetle itibar edilen Faiz Bey’e mahsustur. Kendileriyle hukukum pek kadim olduğundan seni sühuletle mektebe kaydettireceğine eminim.” diyerek kâğıdı verdi. Tekrar sarılıp Kenan’ı öptü. Gözlerinden durmadan hüzün yaşları dökülüyordu. Bu hâli gören zavallı çocuk metanetini kaybetmemeye pek çok çalıştığı hâlde muvaffak olamamış, âdeta bayılma derecesine gelmişti.

      Saim Bey’i ikametgâhına doğru sürükleyen araba nazardan kayboluncaya kadar Kenan oradan ayrılmadı. Sonra kamarasına indi. Vapur hareket etmişti.

      Altıncı Kısım

      Kenan İstanbul’a vasıl olmuş, eniştesinin verdiği tavsiyenameye hacet kalmayarak parlak bir imtihan ile Mülkiye Mektebine kabul olunmuştu. Bu muvaffakiyeti telgrafla bildirdiği zaman Saim Bey de, Meliha da ne kadar memnun olmuşlardı artık düşünün. Şimdi artık her şey yoluna girmişti. Kenan’ın kısmen istikbali temin edilmişti. Meliha’nın süruruna, neşesine artık diyecek yoktu.

      Mektebin başlamasına daha bir hafta kadar vakit vardı. Kenan bu bir haftayı nasıl geçireceğini düşünüyordu. İstanbul’da tanıdığı kimse yoktu. Daha önce eniştesinin verdiği tavsiye ile Faiz Bey’in hanesinde birkaç gece misafir kalabilirdi. Lakin Kenan, bundan hazzetmiyordu. Daha çocukluğundan beri başkasına yük olmaktan ya da misafir kalmaktan nefret ediyordu. Bu sebepten Saim Bey’in tembihinin hilafına olarak İstanbul cihetindeki otellerden birine inmişti. Geceleri uyku zamanının başlamasına kadar okumayla yazı ile vakit geçirirdi. Gündüzleri ise şehrin görülmeye değer mahallerini ziyarete ayırıyordu. Bu hayat Kenan’a pek ıstıraplı geliyordu. Ne okuduğu kitaplardan bir şey istifade ediyor, ne gezdiği yerlerden bir letafet hissediyordu. O zannediyordu ki İstanbul’a, o gönül alan şehre giderse bir şey düşünmeye vakit bulamayacak. Hiç hasret, hüzün çekmeyecekti. Ne kadar yanılıyordu! Daha vapurdan kayığa binip bin korku ve heyecan ile Sirkeci’ye çıktığı zaman manzara büsbütün başkalaşmıştı. Büyük bir iştiyakla nazar ettiği çehreler ona pek soğuk, pek yabancı görünüyordu. Eşyasını alıp gideceği mahalle götürmek üzere etrafını alan hamalların, arabacıların bağrışmalarından, hele kayıkçıların müşteri almak için ettikleri büyük vaveylalardan âdeta alıklaşmış, ne yapacağını, nereye gideceğini şaşırmıştı. Bir müddet yevmiyelerini tedarik için canavarlar gibi birbirlerine saldıran bu herifleri hayretle temaşa etmişti. Artık duracak dermanı kalmamıştı. Seyahat yorgunluğuna denk gelen, can sıkan bu gürültü ve patırtılar onu perişan etmişti. Etrafını sarmış gözlerini gözleri içine dikerek ufak bir işareti bekleyen arabacılardan nispeten daha sessiz bekleyen bir arabacıya: “Civardaki güzel otellerden birine!” demişti. Asıl kıyamet o zaman kopmuştu. Zavallı çocuk bu gürültüden kurtulup da otele girdiği zaman geniş bir nefes almıştı.

      Bir, iki saat kadar istirahat edip sevdiği kahvesini aldıktan sonra hem gazete okumak, hem de etrafı temaşa etmek üzere otelin altındaki kıraathaneye inmişti. Üzerine teveccüh eden nazarlar hep yabancı idi. Kenan hiçbir tarafa bakmayarak, hatta aşağı indiğine pişman olarak bir köşeye çekildi. Gözlerini yerden ayıramıyordu. Bir müddet bu hâlde kaldı. Nihayet masa üzerinde duran gazetelerden birini alabilmişti. Okuyordu. Gözüne ilişmiş olan bir ilan onu telaşa düşürmüştü. Çünkü o ilan, Mülkiye Mektebi kaydını yapma arzusunda bulunanların o günden itibaren Maarif Nezaretindeki hususi birime müracaat etmelerini ve buraya kayıt başvurusunu bir hafta geciktirenlerin müracaatlarının