oluyordu.
O zamana, yani mektebe dâhil olduğu tarihe kadar Kenan daima hayali şeyler ile uğraşmayı pek severdi. Mesela, bir roman okusa aklıselim ile asla uyuşmayan harikulade bir vaka görse hayallerini o derece ileri bir seviyeye ulaştırırdı ki, fikrince o vakaya uygun bir mekân bulur, kendisini vakanın kahramanı sayardı. Hele heyecana pek ziyade müsait olan ve aşk hissini uyandıracak küçük bir işaret elde ederse hemen derin düşüncelere dalardı. Onunla, boş zamanlarını geçirmek ve Meliha’yı düşünmek için bir haftalık düşünme sermayesi çıkarırdı.
Fakat şimdi öyle değil, Meliha nerede? Uzak, ondan pek uzak… Roman var; zemin var. Lakin zaman yok. Artık o şevkler, o can atmalar, o cezbedici hayaller, o emellerini süsleyen hatıralar sönüyordu. Ebediyen sönüyordu. Onların yerini daha ciddi şeyler alıyordu. Nazariyat oradan kayboluyor. Fen, tecrübe, hakikat baş gösteriyor. Önceki dönemlerde bunlarla meşgul olmak, bunlarla uyuşmak çok zordu. Zaman geçtikçe fikirde hayale olan meyil kalmıyor. Tabiat, ciddi şeylerle, gerçek şeylerle meşgul olmayı zorluyor. Bunlar arasında riyaziyat, yani matematik ilmi, o sonsuz rakamlar, o bir sürü harfler, o her şeye şüphe ile bakan felsefi ilimler revaç kazanıyor. O derecede ki Meliha’yı tasavvur uyku zamanlarına, rüyalara mahsus kalıyor. Oh! İlim ve irfana talip olan bir genç için bu şekilde değişmek, bu şekilde davranmak, bu şekilde yeni bir hayatı benimsemek ne büyük bir muvaffakiyet, ne büyük bir meziyettir!
Kenan artık tesellisini bulmuş, aradığına muvaffak olmuştu. Riyaziyat gibi dakik ve mühim meseleleri kapsayan bir ilimle meşgul oldukça ufku açılıyordu. Ayrıca bu şekilde bir hakikatin künhüne, esasına vâkıf olmak için nasıl düşünmek, hayallerini ne suretle yürütmek lazım geleceğini keşif ve idrake başlıyordu. İnsan o hakikatlere vakıf oldukça hem sevinir, hem de titrerdi. Sevinirdi, çünkü hakikatlere bizzat şahit oldukça debdebesi, ihtişamıyla âdeta onun cazibesine vuruluyordu. Titrerdi, zira takip eylediği hayat yolunun sonunda ne kadar müthiş uçurumlar, tehlikeli girdaplar, maverasında ne derece feci, acımasız vakalar mevcut olduğunu hissediyordu. Hülasa günden güne tekemmül eyliyordu.
Artık Kenan için hevese dair meyiller mahvolmuştu. Kalbinde iki şey, iki hakikat ön plana çıkıyordu. Biri, kalbinde hayata dair emareler baki kaldıkça orada zevalden masun olan Meliha’nın hakiki muhabbeti; diğeri de yine orada, o kalbin derinliklerinde oluşan ilme, irfana dair olgunlaşmalar ve bunun sonunda da her konuya sadece hayal olarak değil hakikat olarak vakıf olmaktı.
Geceleri, meşguliyetlerin çokluğundan istirahata muhtaç olan başını şöylece bir yastığa koyduğu, gözlerini dinlendirmek için kapadığı zaman Meliha olanca varlığı, şaşaası ve azametiyle nazarında âdeta canlanırdı. O melek, o gül goncası sevgili gelir “uyku perisi” gibi o güzel kokulu saçlarını çocuğun yüzüne temas ettirir, sonra yavaş yavaş bin cilve ve eda ile çekilir giderdi. Kenan da tatlı bir uykuya dalardı.
Çocuğun bu hâlini, çalışmalarını, ciddiyet-i ahlâkını gören muallimler, görevliler kendisini yalnız mükâfat ile değil lisan ile dahi takdire, beğeniye başladılar. Öyle bir derecede ki, muallimleri bir defa anlatmakla zor olan derslerin tekrarını, müzakeresini ona havale ederler, görevliler ise sınıfta çıkan bir gürültünün hakiki sebebini doğrulatmak için Kenan’ın reyine müracaat ederlerdi.
Ah, iki üç ay kadar devam edebilen bu muvaffakiyet pek çabuk zevale yüz tutmuş ve sönmüş gitmişti. Kenan bu verimli geçen hayat ve saadet içinde ne kadar müsterih, mesut ve ümitli idi. Hele ekser zamanlar memleketinden aldığı mektuplar onu o kadar sevindirdi ki, vicdani olan bu duygunun tasviri mümkün olamaz. O mektupların içinde bazen istikbalin parlaklığına o zamandan itibaren sürülecek ömrün lezzetine dair o kadar samimi ve ibretli sözler okurdu ki onların her birini birer yadigâr-ı muhabbet olarak kalbinde hıfzederdi.
O günü hayatının en saadetli bir devresi addederdi. Geçici bir müddetle okuduğu o tatlı sözlerle zihnini meşgul ederek tatlı düşüncelere dalardı. Oh! O düşünceler o derece ruhuna ferahlık verirdi ki onların lezzet ve safiyeti gönlünün en münevver köşelerinde tesirini hissettirirdi. O hayallerin, o düşüncelerin maziye dair olduğunu zikretmeye hacet yoktur. O devirler, o ömürler ki onların içinde namütenahi şevkler, neşeler, bitmez tükenmez kederler, vaveylalar vardır.
Sınıf içinde sohbetinden istifade edilecek yalnız bir iki efendi vardı. Onlar için Kenan’ın her hâli malum idi. Zamanını laklakiyat ile geçirmediğini, tatil zamanlarını da istirahate hasrettiğini bildiklerinden pek yanına sokulmazlardı. Yalnız vatanından tatlı haberler aldığı zamanki neşesini bir türlü setre muvaffak olamadığı cihetle, derslere dair bahislerden istifadeye can atanlar etrafını alırlar, onu meşgul ederlerdi.
Bir gün Kenan mektebin bahçesini süsleyen ağaçlardan birinin altında oturuyordu. Mevsim sonbaharın sonuydu. Sararmış yaprakların titreye titreye sukutunu seyrediyordu. Bu temaşa derin bir ıstıraba sebep oldu. Kalktı birkaç defalar bahçeyi devretti. Neşe tahsil edeyim derken bilakis hüznü artıyordu. Bu hâl İstanbul’a geldiği, bahusus mektebe dâhil olduğu zamandan beri hiç başına gelmemişti. Tekrar kanepelerden birine yaslandı. Hüznüne sebep olan sebepleri düşünmeye daldı fakat makul bir sebep bulamadı. Kitapları, ufak bir okuma ile onun bütün dertlerini, kederlerini teskine medar olan sevgili kitapları o gün âdeta kendilerinden nefret ediyorlardı. Hayrette kaldı. Ne yapacağını şaşırdı. Dertleşecek, kalbinin derinliklerinde oluşan bu huzursuzluğu dinleyerek ona teselli verecek samimi bir arkadaşa henüz malik değildi. Başka çare bulamadı. Bahçenin bir köşesine sık ağaçlar içine sokularak arkadaşlarının nazarından kurtulmak bu içindeki sıkıntıyı bütünüyle defedinceye kadar ağlamak tasavvurunda bulundu. Neyse ki, bu tasavvurunu da icraya koydu.
Tambur çalınmıştı. Her sınıf birer saf teşkil ederek odalarına giriyorlardı. Kenan en son sırayı teşkil eden talebeler arasında bulunuyordu. Gerek muallimlerine, gerek arkadaşlarına bu hüzünlü hâlini göstermemek için yüzüne arız olan değişikliği gidermekle uğraşıyor ve yüzünü de mendil ile kapıyordu.
Sınıflara girdiler. Beş dakika sonra muallim gelmiş, ders anlatmaya başlamıştı. Zavallı Kenan bu dersten edeceği istifadeleri düşünerek memnun, diğer taraftan da coşmuş hüzünlerinden azap duyuyordu. Zihni bu iki zıt hissin arasında ezile ezile saat geçmiş, üçüncü teneffüs yine aynı vasıta ile ilan edilmişti.
Herkes bahçede dolaşıyordu. Kenan bir sigara yaktı. Zihnine ve gönlüne belki bir ferahlık verir diye bunu yaptı. Zavallı sigara iki dakika zarfında mahvolmuştu. Hayır, hayır mahvolmamıştı. Kalbindeki ateşi söndürmeye gitmişti.
O sırada görevli olan nöbetçi, elinde birtakım mektuplarla, mektep talebelerinin isimlerinin yazılı olduğu bir cetvel bulunduğu hâlde efendilerin birer birer numaralarını çağırıyordu. Ah bu avaz ne kadar can yakıcı olsa da, o mertebe de kulağa hoş geliyordu. Zira o müthiş avaz o müthiş ses arasında numaraları okunan olunan efendiler memleketlerinden mektup almış olurlardı.
Birçok talebeler görevlinin etrafını sardılar. Kenan ise -ilhama mazhar olmuş gibi- korku, tereddüt ile sesin geldiği tarafa gitmek üzere iken numarasının çağrıldığını hissetmişti. Acele ile koştu. Talebelerin bağırtıları, gürültüleri arasında hademeden mektubunu alabildi. Fevkalade şiddetli bir heyecan ile yerine avdet etti. Mektubu okumaya koyuldu. Of! O satırlar ne musibet kokan bir vakayı, ne ıstırap veren bir hakikati ihtar eyliyordu. O mektup eniştesinin siyah bir kalemle yazılmış yalnız bir imzasını taşıyordu. Geri kalanı hem başka bir kalemin hem de etkileyici ve can yakıcı bir fikrin mahsulüydü. Ya Rabbi aşkın sırlarını, ömrün geçici lezzetlerini, ruhun ezeliyetini mucizevi bir hisle dile getiren bir kalem, nasıl oluyor da bir anda hicrana, ümitsizliğe, ölüme ve ah u zara dönüşebiliyor.
O satırlar, o cümleler hayatının renkli safhalarını nasıl oldu da bir anda değiştirerek bir matem kisvesine büründü.