bu üç günü fevkalade bir ıstırap ve intizar içinde geçirdi. Zira imtihanların ne suretle icra olunacağını bilmiyordu. İstanbul’da kabul imtihanlarının kendi memleketinde verdiği imtihanlar gibi belki onlardan daha kolay olacağını bilseydi bu kadar gam yemez, büyük bir tevekkülle vaktin gelmesini beklerdi.
Vakit geldi. Kenan o sabah eski mektebe mahsus olan resmî elbisesini giydi. Kalbinde muvaffak olacağına dair tatlı bir heyecan duyuyordu. Daire önüne geldiği zaman nezaret daha resmen açılmamıştı. Bir saat kadar Divanyolu’ndaki kıraathanelerin birinde oturdu.
İmtihan başlamıştı. Evvela usulü gereği İstanbul rüştiyelerinden mezun olanlar kabul olunuyordu. Bunlar tamamlandıktan sonra sıra taşralılara gelmiş, diploma başarısı gereği arkadaşları arasında Kenan önde gözüküyordu. O kadar parlak bir imtihan vermişti ki jüri heyeti kendisini alenen tebrike mecbur olmuştu. Arkadaşları Kenan’ın gayet iyi bir çehreden yetiştiğini gördükleri, hele jüri heyeti tarafından nail olduğu tebrik ve teveccühü işittikleri zaman kimisi gıptadan, kimisi de hasetten kaynaklanan bir hisle, hayretler içerisinde çocuğu baştan aşağı süzdüler. Bu muvaffakiyetini hâliyle tavrıyla hiç münasip bulamadılar.
Kenan daha o gün göstermiş olduğu başarısını tafsilatıyla eniştesine bildirmişti. Artık mektebin açılışına kadar istediği gibi gezip eğlenebilirdi. Hâlbuki kendisine yol gösterecek kimse yoktu. Bilmediği yerlerde yalnız başına gezmeyi hem terbiyesine, hem de yaşına pek uygun bulmuyordu. Bundan başka taşralıların cehalet saikasıyla İstanbul’da uğradıkları zor durumları daha memleketinde iken hikâye suretinde dinlemişti. Dolayısıyla bu kadar garip hadiselerin meskeni olan şu İstanbul’u görmeyi merakla arzu ederdi. Kenan İstanbul’u letafet cihetiyle tasavvurunun kat kat fevkinde bulmuştu. Yalnız küçükten beri ülfet, ünsiyet peyda ettiği sakin hayattan birdenbire bir gulguleye, bir şamataya bir ticaret merkezine tesadüf edince canı sıkılmıştı. Geçim noktasında da İstanbul’u emellerine pek muvafık bulmamıştı.
Mevsim, haziran öncesi olması münasebetiyle Boğaziçi’nde, Kadıköy’de, Şişli’de tiyatrolar ve çalgılar başlamıştı. Kenan bu eğlencelere, mesirelere ne vasıta ile gidileceğini bulunduğu otel sahibinden istemişti. Onun verdiği bilgiye göre Boğaz’a ve Kadıköy’e vapurla gidiş ve gelişin mecburi olduğu, ancak son vapura yetişilemediği zaman orada kalmak lazım geleceği, Şişli’ye ise herhangi saatte olursa olsun gidip gelmek mümkün bulunduğu cevabını almıştı.
Kenan can sıkıntısından Bahçekapısı’nın bitmek tükenmek bilmeyen hayhuyundan çatlamak derecelerine gelmişti. Hâl böyle iken müsabaka imtihanları münasebetiyle mektebin başlaması gereken tarihten bir hafta daha tehir etmiş olduğu haberini almıştı. Otelciden aldığı malumat üzerine Kenan öyle hiç bilmediği yerlerde kalabilmek ihtimali mevcut olan eğlencelerden sarfınazar ederek bir pazar günü Şişli’ye gitmeyi kararlaştırdı. Galata’ya geçti. Bir arabaya binerek “Şişli’ye!” dedi. Çocuk İstanbul’un Avrupa’sı diye işitip durduğu Beyoğlu’nu bütün kuvvetiyle tetkik ve temaşa ediyordu. Güzellik, tertip ve düzen itibariyle Beyoğlu’nu bittabi daha muntazam buluverdi. Fakat oranın yaşantısı, sefahat hayatı ona büsbütün sıkıcı gelmişti. O âlemden hiç haz ve lezzet bulamamıştı. Sohbet yok, dostluk yok, samimiyet hiç yok. Herkes çıkılmaz bir girdap içinde yuvarlanıyor, dönüp duruyor. Saat on bire varmadan, yani orada kalabalığın, izdihamın bitmesini beklemeden bir an evvel yine arabasına binerek otele dönmüştü. Hiç eğlenmediği için bir liraya yakın ettiği masraf yanına kâr kalmıştı. Artık çarnaçar mektebin açılmasını bekleyecekti.
Kenan için en emin yer olan mektep açılmıştı. O sabah büyük bir şevk ile eşyalarını topluyor, mektebe naklettiriyordu. Oh! O gün gönlü ne kadar da rahatlamıştı. On, on beş günden beri otel köşelerinde çektiği azapları, ıstırapları unutmuştu. Şimdi dersler başlayacak, beş sene bu kadar uzun müddet kendisiyle beraber bir muallimin ilim irfan halkasından feyizler alacak; Arkadaşları gelecek, onlarla hemhâl olacak, düçar olduğu daüssıladan belki kurtulacaktı. Her gün alışkanlık hâline getirdiği gibi mektebin önünden geçip de beslediği umutları, sevinçleri, hevesleri ve merakları artık son bulacaktı.
Eşyası önünde kendi de arkada, İstanbul içinde en ziyade tanıdığı pek çok kat ettiği yolu takip ediyordu. Mektebe gidiyordu. Demir parmaklıklı kapı önüne geldiği vakit kendi gibi hâlinden, tavrından acemi oldukları anlaşılan bazı efendiler de henüz içeriye giriyorlardı. Kapıcı mutat olan soğuk tavrıyla hiç tanımadığı bu yeni yüzleri tetkik ediyordu. Kenan, sevincinden mi yoksa hicap ve acemiliğinden mi, içeriye girince kalbini fevkalade bir heyecan kapladı. Gözlerini yerden ayıramıyordu. Talebelere mahsus olan büyük bahçeye girdikleri zaman görevlilerden biri bunları karşıladı. Yüksek bir seda ile bağırarak dedi ki:
“Efendiler, eşyalarınızı yukarıya çıkarınız! Sonra vezne odasına gidip taksitlerinizi yatırınız!”
Hademelerden birinin delaletiyle eşyaları yukarıya naklolundu. Müteakiben taksitler yatırıldı. Kenan için yapacak başka bir şey kalmamıştı. Herkes gibi o da sınıflardan birine girdi. Zaten daha derslere başlanmamış, talebelerin büyük bir kısmı memleketlerinde bulunmuş olduğundan sınıflar karmakarışık idi.
Yemek zamanı geldi. Çalınan tambur üzerine mevcut talebenin hepsi uzun koridorda ikişer ikişer dizildiler. Edilen ufak bir el işaretini müteakip yemekhaneye girdiler. Çatal bıçak gürültüsünden başka bir şey işitilmiyordu. Yemek ancak beş dakika kadar sürdü. Yemek masasının başında bekleyen görevlinin yalnız bir defa eliyle işaret vermesiyle eski talebelerin cümlesi yerinden fırladı. Yeniler ise zavallılar birbirlerinin yüzlerine bakakaldılar. Çünkü henüz yeni yemeğe başlamışlardı. Görevlinin:
“Efendiler posta gidiyor, sonra ceza alırsınız.” demesi üzerine cümlesi aceleyle kalkıp postaya yöneldiler.
Kenan bu yemekten bir şey anlayamamıştı. Çünkü henüz ikinci lokması ağzında iken yemekten mecburen kalkmıştı. Bu aceleye sebep ne oluyordu, anlayamadı. Efendilerden birine sual etti, şu cevabı aldı:
“Bu mektepte âdet böyledir. Görevli eliyle işaret verdi mi iki elin kanda olsa bile yemekten kalkacaksın. Dolayısıyla karnınızı doyurmak isterseniz mümkün olduğu kadar acele yemek yiyiniz.”
Bu cevap Kenan’ın hiç hoşuna gitmedi. Çünkü acele yemek en hoşlanmadığı şeydi. Fakat ne yapabilirdi? Çarnaçar alışacaktı.
Uyku zamanı geldi. Yatsı namazı eda edildikten sonra talebeler belli bir tertibe göre dizildiler. Ancak bu defa yatakhaneye giden merdiven dibinde dizildiler. Görevli ile birlikte yukarı çıktılar. Etrafta derin bir sükût hüküm sürüyordu. Herkes karyolası yanında gecelik elbisesini giymekle meşgul oluyordu. Kenan gürültü etmeksizin çantasını açtı. Biraz sonra herkes uyumuştu.
Sabah fecrin girmesinden bir saat evvel tambur çalındı. Bu efendilerin kalkmalarına alamet demekti. Zaten görevlilerin bir çeyrek evvel gece nöbetçileri tarafından uyandırılması kaide hükmünde olduğundan, tambur çalındığı zaman o koğuşa mahsus olan görevli kalkmış, koğuş içinde gezinmeye başlamıştı.
Kenan bir gün evvelki yorgunluk ve telaşın tesiriyle daldığı tatlı sabah uykusu içinde ne tambur sedasını, ne efendilerin abdest almak üzere dışarı çıkıp girmelerinden oluşan gürültüyü işitmişti. Yanında bulunanlar kendisini uyandırmaya cesaret edemiyorlardı. Nihayet görevli geldi. Karyolasını öyle şiddetle salladı ki zavallı çocuk şaşkın şaşkın uyandı. Bu muamele o kadar canını sıktı ki mümkün olsaydı herifin boğazına sarılacaktı.
“Efendi neredeyiz? Arkadaşların hazırlandı, aşağı iniyorlar…”
Bu sözü işitince hemen yatağından fırladı. Abdest almaya koştu.
Fakat