gelişmesi için bu seyyahlardan faydalanarak ticaretlerini daha da geliştirirler. Bunlar her vardıkları yerin ahvalini tahkik ile oralarda ne gibi mal çıkmakta ve ne gibi mallara ihtiyaç görülmektedir. Ayrıca orman ve maden gibi tabii servetlerden olan şeylerin nasıl işletildiğini ve bunlardan ne yolda istifade edildiğini, mensup oldukları kumpanyalara ihbar ederlerdi. Sonra da zikrolunan kumpanyalar, malum memleketler ile ona göre ticari münasebetlerini geliştirme yollarını ararlardı.
Bizim commis voyageur’ün ismi Gilliom Sanc imiş. Herkesi memnun ve hayran eden o güzel makalesini bitirdikten sonra artık sofranın da meyve zamanı yaklaşmış olduğu esnada idi ki, hitabını bu âciz kula tevcih etti. Sanatımızın roman yazarlığı olduğunu, sonradan Yanya ile Mora arasında bulunan ve Sülü Dağları arasında bedevi yaşayan adamlara dair, okuyanları memnun edecek bir roman yazdığımızı öğrenmiş olduğundan bahisle, nazarımızı ve dikkatimizi bir kere de şuna çekti. Niçin Gürcistan taraflarını ihmal ettiğimizi sordu. Ben de bunun bir ciddi sebebi olmadığını ve henüz hatırımıza gelmediği için o taraflara fikrimizi sevk etmemiş olduğumuzu cevaben beyan edince dedi ki:
“Bu konuda hiçbir özrünüz makbul olamaz. Kadim Yunanlılar zamanından, sizin şu zamanınıza kadar ‘Kafdağı’ diye meşhur olan ve nice mitolojik hikâyelerin anlatıldığı yerlerle ilgili neden bir roman yazılmasın? Buralarda yaşayan kavimler eski gelenek, görenek, örf âdet ve birçok şeylerini Arnavutlar Solyotlar bölgesinden daha iyi muhafaza etmişlerdir. Sizin gibi bir romancı buraları nasıl ihmal edebilir? Karadeniz ile Hazar Denizi arasındaki büyük bir kara parçasına sahip olan bu yerler nazarıdikkatimizi çektiği gibi sizin de diğer yerlerden daha fazla dikkatinizi çekeceği kanaatindeyim.” dedi. “Yine ben de bu bölgelerle ilgili çok kitaplar ve makaleler yazdım. Ancak sizin gibi bir romancının buralarla ilgili yazacağı şeyler daha faydalı ve etkileyici olur.” diye fikir de beyan etti. Biz de kendi tarafından vuku bulan bu tavsiyelerden istifade ederek memnun kaldığımızı ifade edince tekrar dedi ki:
“Tarihte Gürcistan’ın Rusya idaresine geçtiği zamanla ilgili olaylar kendi kendisine yazılmış bir roman sayılır. Ben Anapa’dan Bakü’ye kadar, Abaza, Çeçen, Dağıstan ve Gürcistan memleketlerine seyahat ettiğim sırada bu romanın kalan neticesi tesadüfen sanki ayaklarıma dolanmıştı. Eğer arzu ederseniz size hikâye edeyim.” dedi.
Böyle bir arzunun bizim için pek önemli ve pek tabii olduğunu tafsile gerek var mı? Hikâyesini canıgönülden dinleyeceğimiz için tepeden tırnağa kadar kulak kesileceğimizi Monsieur Gilliom Sanc’a arz ettik. O da dedi ki:
“O hâlde Tepebaşı bahçesine kadar refakat ederek teklif edeceğim dondurmayı kabul etmeniz lazım gelir. Hatta bu davette arkadaşınız olan efendi de buna dâhildir.”
Davete memnuniyetle icabet edeceğimizi vadeden biz ikimiz olmadık. Yanımızda bulunan bir iki Alman ile bir Rum ve bir Fransız da dinlemeye rağbet gösterince ikram sahibi seyyah bunları da memnuniyetle kabul etti. Dedi ki:
“Şu hikâyeyi yazar efendiye bir yadigâr olarak nakledeceğim. O da bunları elbette kaleme alacaktır. Fakat ben hikâyeye nasıl bilgi peyda etmiş isem o sıraya o tertibe riayeten nakledeceğim gibi yazar efendinin de yine o tertip üzere kaleme almasını arzu ederim. Şu kadar var ki gerek olayın meydana geldiği tarih ve gerek vaka şahıslarının isimleri ve öz geçmişleri pek hatırımda kalamamıştır. Dolayısıyla bu konuda Rus tarihlerine müracaatla bu eksikliği tamamlama vazifesini de yazar efendiye havale ederim.”
İşin içine tarihin de karışmış olması, arkadaşlarımızın nazarıdikkatini daha da açtı. Her birinde öyle bir tavır görüldü ki, söylenecek hikâyenin tarihi ile ne münasebeti olabileceği onlar tarafından pek akla uygun görülmedi. Zeki seyyah bunu da anlayarak dedi ki:
“Efendiler! Size nakledeceğim şey hayalî masallardan ibaret değildir. Gerçi garabeti, ehemmiyeti en geniş hayal erbabından olan romancıları bile hayrette bırakacak derecede ise de bizzat yaşanmış tarihî bir vakadır. Bunları söylemeye ne gerek var yazar efendi? Zaten benden işiteceği şeyleri tarih ile tatbik ettiği zaman kesin doğru olduğunu anlayacaktır. Kendisine yadigâr bıraktığım şu romanı kaleme aldığı zaman bunun ne kadar doğru olduğuna kalemi de şehadet edecektir.”
Monsieur Gilliom Sanc’ın bu son sözü hepimizin merakını arttırdı. Sofradan kalkılır kalkılmaz, Hotel Ruvayal’a yakın bulunan Tepebaşı bahçesine gidildi. Haliç ve daha birçok güzel yeri gören güzel bir mevkide oturuldu. Oradan Haliç’i atlayıp Ayasofya’dan Davutpaşa’ya kadar âdeta bütün İstanbul’u ihata eden nezaret bir de mükemmel mehtapla bir kat daha letafetini arttırmış idiyse de meşhur seyyahın naklettiği hikâye cümlemizin dikkatini o kadar etkisi altına almıştı ki, zikredilen diğer güzellikleri kimsenin düşündüğü bile yoktu.
Monsieur Gilliom Sanc’ın hikâyesi saat dört buçuğa kadar ancak son buldu. Mevsimin yaz olmasına göre uyku zamanı gereği gibi gecikmiş idiyse de hikâyenin arkasını almayınca dağılmamaya herkes mecbur olduğundan hikâyeyi bitirmeksizin çekilmemeye seyyah da mecbur edildi.
Biz ise o akşam misafir kalacağımız odada rahat ve uykuya bedel malum hikâye üzerine notlar kaydıyla meşgul olmaya koyulduk. Zikredilen kayıtlar hikâyenin nerelerinde Monsieur Gilliom Sanc’tan yeni izahlara muhtaç olduğumuzu bize gösterdiğinden ertesi sabah sütlü kahve içildiği esnada bu notlarımızı da tamamlayarak kendisine dedik ki:
“Monsieur Sanc! Hikâyenizi hakikaten pek beğendik. Tarih sayfaları üzerinde kaydedilen tafsilatta da kusur etmemeye çalışacağız. Hatta iltimasınızdan dolayı hikâyeyi sizin tertibinizden çıkarmadıktan başka size vadederiz ki, yine sizin lisanınızdan tekrar ettirerek kaleme alacağız.”
Bu kadirşinaslığımızdan seyyah Fazıl Bey memnun göründü ise de hikâyeyi kendi lisanıyla aktarılırmışçasına kaleme almaktaki hikmeti anlayamadı. Bunu da izah için dedi ki:
“Siz vukuatı hikâye ederken olayların geçtiği yerlerin ahvalini göz önünde bulundurduğunuzu da anlatıyordunuz. Hikâyenin letafetini, asıl bu tarzda nakletmeniz arttırıyor. O yerleri gezen biz değiliz ki, zikredilen yerlerin durumunu nefsimize isnaden yazabilelim. Sizin lisanınızdan çıkıyormuşçasına kaleme alacağımız hikâyenin okuyucu nazarında ziyadesiyle makbul görüldüğünü akşam bahçede beş altı kişi huzurunda tecrübe etmiştik.”
Meşhur seyyah ile olan bu görüşme ve sohbetimiz, hem bizi hem de faziletli seyyahı ziyadesiyle memnun etti. Kendisiyle bir daha görüşülemeyeceğinden, o günkü vedamızı ebedî bir veda olarak icra ettik. Hikâyeyi zapt ve kaydımız epeyce mükemmel olmuştu. Belki bazı taraflarını unuturuz endişesiyle hemen kaleme almaya başlamadık. Belki bazı tarihî kitaplara da bakarak tam bir mükemmeliyete muvaffak olmak için işi böyle bir buçuk iki sene kadar da erteledik. Bu müddet zarfında fırsat buldukça bu hikâyeyle ilgili tarihî kitapları okuduk. Bu dikkat ve hassasiyetimizi okuyucularımız elbette takdir edeceklerdir.
BİRİNCİ KİTAP
DANIŞIKLI DÖVÜŞ
1
Seyyah Monsieur Gilliom Sanc hikâyesine şu şekilde başlayarak dedi ki:
Hamburg’da İran ve Hindistan ticaretiyle pek külliyetli para kazanmış bir kumpanya hizmetinde idim. Bu kumpanya “Franko Cermen Ticaret-i Şarkiye Kumpanyası” diye isimlendirilmesinden de anlaşılacağı üzere azasının yarısı Fransız, yarısı Cermanyalı olarak her ne kadar Hamburg şehri bunların merkezi idiyse de Hindistan ve İran ticaretini icra için birisi deniz ve diğeri kara olmak üzere iki büyük ticaret yolu üzerinde birçok ticari merkezleri bulunuyordu.
Ticaret yolu üzerindeki denizdeki merkez ve durakları şunlardır: İspanya’da Cadiz, Doğu Afrika’da Saint-Louis, Güney Afrika’da Ümit Burnu, Madagaskar’da