efendim öyledir. Şu Daryal kapısından daha dar bir kapıları vardır ki, kayaların üzerinde yirmi otuz adam bulunsa koca bir ordunun geçişini yalnız taş atmakla menedebilirler. Ruslar bunları harben mağlup etmek için ne kadar külfete katlanmışlar ise boşa çıkmıştır.”
“Nihayet?”
Nihayet bir şartla bunların nahiyeleri dâhilinde yine kendi kadim yaşantıları ile idare olunarak oturmalarına müsaade edilmiştir. Bu şart ise Peşav ve Tevşini Gürcülerinin bundan sonra haydutluk etmemelerinden ibarettir.”
“Demek oluyor ki bu adamlar vaktiyle müthiş bir surette haydutluk ederlermiş. Öyle mi?”
“Haydutlukta bunların derecesine varmış bir millet daha farz olunamaz. Daryal geçidinde Rusların inşa etmiş oldukları kale de sadece bunların eşkıyalarından adamlarını muhafaza edebilmek için yapılmıştı. Zira birkaç defa vaki olmuştu ki, topluca gelip Daryal geçidini tuttuklarından Rusları âdeta ordu sevkine mecbur etmişlerdi ve neredeyse tüm Rus ordusunu da telef edeceklerdi.”
“Ee, bundan sonra eşkıyalık etmeyeceklerine Ruslar ne ile emin olmuşlardır?”
“O! Senyör! Onlar taahhütlerinde, yeminlerinde sabit ve vefakâr adamlardır. Hatta bu gibi anlaşmalarda Rusların başka kabilelerden rehin olarak adam ele geçirmeleri âdet iken Tevşiniler ile Peşavilerden böyle bir rehin almaya bile ihtiyaç görmemişlerdir. İsterseniz gidelim kendilerinde bir gece misafir kalalım.”
Mihran Baron’un bu teklifi bende bir merak uyandırdı. Bu acayip halkı ziyaret arzusuna düştüm. Bize bir ziyanları dokunup dokunmayacağını sorduğumda tercümanım kendiliğinden temine cesaret aldıktan fazla yine o civar ahalisinden, Peşav cinsine pek de uzak olmayan delilimizden de sorduğumuzda o da bu halkın fevkalade misafirperver olduklarına ve kendi korumaları altında bulunan misafirlere zararları dokunmak şöyle dursun onların muhafazası uğrunda canlarını feda etmeye kadar göze aldırdıklarına delilimiz de şehadet etmişti. Dolayısıyla ben de ne olursa olsun dedim ve bu kavmi de ziyaret azmine düştüm. Zaten asıl maksadımız petrol meselesini tahkikten ibaretti. Bir de Kafkas Dağları içinde altın madenlerinin mevcudiyetine dair eskiden beri nakledilen rivayetin mahiyetini araştırmaktı. Bu yoldaki haberlerin kasaba ve kara ahalisinden fazla böyle ücra mahallerde kendi başlarına yaşayan halktan alınabileceği aşikârdır.
İşte bu düşünce bendeki azme kuvvet vermekle hemen yolumuzu çevirerek Peşav nahiyesine doğru yürümeye başladık.
Bu yolların ne kadar korkunç ve müthiş olduklarını hakkıyla anlatmak mümkün değildir. Bazı öyle yerlerden geçtik ki, yolun genişliği bir hayvan basabilmeye ancak müsaitti. Alt tarafı birkaç yüz metre derinliğinde dimdik uçurum ve üst tarafı birkaç yüz metre yüksekliğinde ve dimdik kayadır. Hele bazı yerlerde şu dar yol da kesildiğinden yerlilerin boylu boyuna uzatmış oldukları uzun ağaçlar üstünden geçmek lazım gelir ki, bu geçitleri hayvan sırtında geçmeye kimsenin cesareti kifayet edemeyeceğinden oralarda hayvanlardan inilir. Böyle olan yerlerden geçildiği zaman yolun alt tarafına bakmaya insanların değil hayvanların bile cesareti kalmayıp herkes yalnız bastığı yere bakar.
Böyle boylu boyuna ağaçlar uzatılarak mümkün mertebe geçilebilecek hâle konulmuş olan yerlerin birisinde yalçın kaya üzerinde yarım oluk üstünde kesilmiş bir hat gördüğümden ne olduğunu tercümandan sordum. Cevaben dedi ki:
“Asıl yolun bu tarafı da diğer yerleri gibi genişçe iken Gürcistan Savaşı esnasında Gürcüler Rusların gelişini tümüyle men için taşçı burgusu ile delip barut doldurarak lağım atmışlar da buralarını hiç geçilmez hâle koymuşlar. Sonra geçilmek imkânını iade için öyle ağaçlar yerleştirilmesiyle mümkün mertebe tamir etmişler.”
Bereket versin ki, yolumuzu Peşav nahiyesine saptırdığımız zaman vakit henüz sabah vakti idi. Geceye kalınırsa insanların değil keçilerin bile geçemeyecekleri şu yollardan ilerlememiz mümkün olmazdı. Meğer Gürcüler gece gündüz demedikten başka yaz kış da demeyerek bu yollardan kendileri koşa koşa gelip geçtikleri gibi süvarilikte maharetle meşhur olan yiğitleri at bile koştururlarmış.
Akşam saat on bir sularında uzunluğu iki yüz elli metre kadar olan büsbütün dar bir geçitten geçerek geniş ve uzun bir vadiye girdik ki iki tarafını kapan dağlar oraya kadar gördüğümüz emsali gibi yalçın kayadan ibaret olmayıp çam, meşe, ceviz, kestane, fındık, şimşir gibi ağaçlarla mühim ve latif korular teşkil etmişlerdir. Gözümüzün görebildiği kadar yerlerde vadinin uzunluğu üç kilometre kadar olup birisi geçtiğimiz dar boğazın hemen içeri tarafında ve diğeri tahminen beş kilometre kadar uzakta iki köy de görülüyordu ki, her birinde yüz ellişerden ikişer yüze kadar tahmin olunabilen haneler halkı bu vadiyi muntazam bir bahçe hâline getirdikleri müşahede olunuyordu.
Tercümanım asıl Peşav adını alan şu yakın köyden ileri geçmemiş olduğu için nahiyenin durumuna dair malumatı yok idiyse de, delilden sorarak alıp bana da tebliğ ettiği malumata göre, Peşav nahiyesi bu vadinin içerlerine doğru on saatten ziyade süreceği ve bahusus vadi sağlı sollu birtakım ahalinin yaşadığı on dört köyde beş binden fazla ahali yaşıyormuş.
Vardığımız köyde Danyal Bey adında bir Hristiyan Gürcü beyi oturuyormuş. Misafir geldikçe onun selamlığına oturması âdet olduğundan köyde ilk rast geldiğimiz adam bizi doğruca Danyal’ın hanesine götürdü.
Başka yerlerde görülen Gürcüler İstanbulluların giydikleri giysilere benzer ve fakat etekleri daha kırmalı ve göğsü kopçalı bir elbise ile pantolon, kundura ve başlarında Rus şapkası ile giyinip kuşanmış iseler de Peşav Gürcüleri hâlâ Çerkezlerin giydikleri uzun etekli ve göğsü hazırlıklı, beyaz ve sarı şeritli elbiselerle ve başlarında dahi Tatar kalpağı ile Acem papağı arasında kuzu derisinden mamul birer külah görülür. Kadınları ise bir zamanlar doğu taraflarında giyimi âdet olan yırtık, uzun etekli ve uzun yenli entarileri aynı kumaştan şalvarlar üzerine giyerek başlarına koydukları canfes serpuşların üzerine tülbent sararak süslerler ki vücutları, endamları fevkalade uyumlu olduğundan giydikleri elbiseleri de kendilerine ziyadesiyle yakıştırırlar.
Ruslar, Gürcü idarecilerine prens adını verdiklerinden biz de bu Danyal’ı Prens Danyal diye yâd etmeye mecburuz. Prensin ikametgâhı yekdiğerinden fasılalı birçok dairelerin geniş bir avlu üzerinde dörtgen şeklindedir ki dört tarafında da kapılar mevcuttur. Biz tam bu kapıya yaklaştığımız zaman kulağımıza acı acı bir ses geldi. Dayak yemekte bulunan bir adamın feryat ve figanı ki hakikaten kulağı sağır ediyordu. Kapıdan içeriye girdiğimiz sırada besbelli bir işkenceye son verilmiş ki, işkenceyi icra eden cemiyetin avlu ortasından kapıya mukabil olan köşeye doğru dağıldıklarını gördük.
Şu müşahede beni biraz rahatsız etti. Medeni memleketler için cezaen adam dövmek artık külliyen terk olunmuş ve vahşetlerden uzak bulunmasıyla şu geldiğimiz yerde ilk müşahede ettiğim şey böyle bir vahşet eseri olmasından dolayı bir suizanda bulundum. Hatta bu üzüntümü tercümana da iki kelime ile anlattım. Mihran Baron manidar bir tebessüm ile dedi ki:
“Buralarda o kadar medeniyetperest olmaya gelmez. Buraların terbiye tarzı arasında şu dayak patırtısından daha müthişleri de vardır. Dövülen kim bilir ne kabahat etmiş ki bu cezayı görüyor.”
Hane halkı kapıdan içeriye yabancılar girdiğini görünce nadir vukuatlardan bir hâl olmuşçasına bazıları bize doğru koşup gelmeye, bazıları farklı yerlere doğru koşup gitmeye başladılar. Gidenlerin varacakları yerlere misafirlerin vardığını ihbara gittikleri ve gelenlerin de bizi karşılamaya geldikleri anlaşıldı. Bunlar gerek tercüman ve gerek delil ile biraz sual ve cevapta bulundular ki konuştukları şeyler arasında benim anlayabildiklerim “Rus” ve “Frenk” kelimelerinden ibaret idiyse de soru cevap esnasında gösterilen tavırlardan