yoktur diyenler de.”
“Muhterem efendim, bu büyük meselenin sizcesi nasıldır?”
“Bencesi? Peygamberler, kitaplar ile kullarını itaate çağıran insan yaratılışında bir Allah yoktur. Bana emir veriyor, dinlemediğimi görünce beni cehennemle korkutuyor. Bu korkutmasıyla aczini açıkça itiraf etmiş olmuyor mu?”
“Fakat efendim, din ahlakı büsbütün kaldırılınca insanları fenalıklara karşı bağlı tutacak hangi ahlak prensiplerini kullanabileceğiz?”
Feylesof nargilesini uzunca tokurdattıktan sonra: “Beyefendi, beyni yumuşak bir çocuğu amacıyla korkutabilirsiniz. Fakat aklı her şeye ermeye başlayınca ne yapacaksınız? Cehennem korkusuyla ahlaklandırılmaya uğraşılanlar da tıpkı böyledir. İnsaniyetin bünyesini müspet terbiyeye, bilgilere aşılamalı. Var sayılan şeylerden korkarak günahtan çekinen bir adam bence koskoca bir budaladır. Medeni bir insanın ahlaki, vatani, siyasi, iktisadi ve öteki insanlara karşı hukuki, hasılı birtakım içtimai vazifeleri vardır. Çocuğun terbiye alacağı bir çağda hep bu esasları ruhuna perçinlemeli. Mükemmel bir adam yetiştirmek.”
“Aziz feylesofum, dünya yüzünde böyle mükemmel adamlar yetiştiren memleket nerede var?”
“Hiçbir yerde… Milyonların içinde kendi kendine yetişmiş belki beş on kişi bulunabilir.”
“Efendim, insanlığı ahlak bakımından bir uçurumun kenarına itiyorsunuz.”
“Uçurumun kenarında değil, içindeyiz.”
“Dinî terbiyenin ben de taraflısı değilim… Lakin ilmî, ahlaki, maddi, müspet terbiyenin nasıl meydana geleceğini söylemiyor, bunu da pek ümitsiz, pek menfi bir şekilde gösteriyorsunuz.”
“Ne yapayım efendim hakikat budur. Tutalım ki, mesela siz, gayet doğru yaratılmış bir adamsınız. İstiyorsunuz ki, bütün âlem de öyle olsun, bu olacak şey değil… Milyonlarca eğrilerin içinde bir doğru, rahat yaşayamaz. Siz kimseye fenalık etmezsiniz, fakat bunu size durmadan ederler. Dünya doğrulmayınca siz yaşamak için muhite uyarak yavaş yavaş eğrilmek zorunda kalacaksınız. Azlık, her zaman çokluğa uyar. Siz moralce muhitinizi düzeltmeye uğraşırken, tabiatça onlara benzemeye başladığınızdan haberiniz bile olmaz. Her an muhitimizin birçok tesirleri altında bulunmaktayız. Bütün gördüğümüz, işittiğimiz şeyler, hoş veya hoş olmayan uğradığımız hâller durmadan dimağımızın hücrelerine işlemektedir. Her saniye hissiyatımızın temas ettiği hadiselerden müteessir olmaktayız. Ortalıkta ahlaki ve sosyal fenalıklar, akıl almayacak derecede iyiliklerden baskın ise o tarafa dönmemiz tabiidir. Üzüm üzüme bakarak kararır derler. Bir çocuğu sokak arkadaşlarının yanına bırakınız. Arsız, hırsız, yalancı olur ve daha fena huylarla huylanır. Çünkü menfi tesir kendi kendine olur. Müspet terbiyeye gelince, bunu pek güçlükle elde edebiliriz. Muhitin kötü tesirlerinden kurtulmaya uğraşmak, kan ter içinde akıntıya kürek çekmek gibidir. Bir dakika elinizden kürekleri bırakırsanız akıntı sizi tekrar geldiğiniz yere atar. Bütün emekleriniz boşa gitmiş olur. İnsanlık, müspet terbiyenin olabildiği kadar umumileştirilmesi ihtiyacındadır. Buna varmak için daha kaç yüzyıl lazım olduğunu bilemiyorum. Kalabalıkların ruhları üzerine tesir yapabilmek için elde çok vasıtamız yoktur. Çünkü tabiatta her şey hâlden hâle geçmek için ağır tekâmül kanunlarına bağlıdır.”
Ali Hulki Bey: “Sevimli yüzünüzü gördüm. Samimi sözlerinizi dinledim. Yürekten neşelendim. Dinlerin terbiyece olan tesirleri hakkında ne buyurursunuz aziz feylesofum?”
Bu sorulana karşı feylesof nargilesini tokurdattı. Gülerek cevap verdi:
“Din Allah’ının beceriksizliğini asırlardan beri görüyoruz. Göklerin bu hükümdarı insan tabiatlıdır. Beşer, bütün ahlakça olan zaaflarını ona da yükletmiştir. Yaltaklanmaktan hazzeder, insanları kendine tapındırmaktan hoşlanır. Dinin ilk emri budur. Allah’tan korkmak… İbadet edenin işi her zaman ona yalvarmaktır. Ahlak kuvvetini kendimizden değil, ondan bekleyeceğiz. Tuhaf değil mi, dinlerin Allah’ı, yarattığı kullarının tabiatlarını bilmiyor. Onlara yaradılışlarının zıddı emirler veriyor. Onun için çok az itaat görüyor. İnsanın mabudu her şeyden önce kendi nefsidir. Ona gelecek fayda ümidiyle Allah’a tapınır. Onun için nefis ilk, Allah sonradır. İçimizde bizi kemiren birer egoizm vardır. O, ne emir verirse Allah’ın emirlerinden önce biz onu yaparız. Bütün kanunlar ve iyiliğe gitmek isteyen her şey onunla güreşir ve bir türlü de yenemez.”
“Bu canavarı boğmak için insanlar ne tedbir almalıdır?”
“Onu bütün bütün boğamayız. Onun biraz orta hâllisi hayat için lazımdır.”
“O hâlde, egoizmi aşırılıktan kurtarıp, orta hâlli derecede tutabilmek için ne yapmalı?”
“Büyük hakkaniyetle hazırlanmış kanunları insanlara benimsetmek, huy ettirmekle… Bunun için de yine asırların, asırların lazım geldiğini tekrarlayacağım.”
“Bu büyük terbiyeye erişmek için yine gökten peygamberler mi bekleyeceğiz?”
Feylesof yine güldü. Elindeki marpucu havaya uzatarak: “Artık, Kızıl minareden ineceği söylenen peygamberi bekleyecek değiliz. Dinlerin Allah’ı yeryüzüne kafile kafile peygamberler gönderdi. Gökten zembil zembil kitaplar indirdi. İnsanların günahlarını affettirmek için oğlunu çarmıha gerdirtti. Murahhaslarını24 iyi seçememiş olmalı ki, dünyada din adına yapılmadık zulümler kalmadı. Maksadında muvaffak olamadığını bugün görüp duruyoruz. Şimdi her mütefekkir millet kendine yeni bir akide aramakla uğraşıyor. İnsanlığın peygamberliğine layık olanlar, gökten vazife alarak gelenler değil, Denis Papen gibi, Edison gibi, Branli, Pastör ve benzerleri büyük âlimler ve dâhi feylesoflar gibi aramızda yetişenlerdir. Bunlar, gökten memur olarak gelmediler. Fakat o iddiada bulunanların tabiat hakkındaki gülünç yanlışlarını birer birer meydana çıkardılar.”
“Muhterem feylesofum, demek ki insanların insanlardan, yani daha bizim bizden çok çekeceğimiz var?”
“Ne dersiniz beyefendi… Etrafınıza şöyle bir bakınız: Komşu millet bıçağını çarka vermiş biliyor, top döktürüyor, cephane yığıyor, boğucu zehirler hazırlıyor, hep senin, benim için. İncil-i Şerif’in, ‘Birbirinizi seviniz!’ emrine bundan daha güzel itaat olur mu?”
14
Üç genç, çok defa dinlemiş oldukları feylesof babalarının bu vaazlarını, Ali Hulki Bey’le bir defa daha dinlediler.
En sonunda Vahit: “Baba, şimdi iş ne gökten inen kitaplarda ne de yeryüzünde yapılan kanunlardadır. Size dayak atacaklarmış. Beyefendi onu haber vermeye geldi.” dedi.
Feylesof ince bir gülümseme ile birer birer karşısındakilerin yüzlerine göz gezdirdikten sonra: “Bu da pek tabii…”
Vahit bağırır gibi: “Tabii olan nedir baba?”
“Köklü olan umumi itikat ve fikirlerin zıddına düşünenler dayak yemeye ve kanunun ağır cezalarına hazırlanmalıdırlar. İmam-ı Azam’ı döve döve öldürdüler.”
“İmam-ı Azam’a Allah rahmet eylesin. Onu örnek tutarak sizin dayak yemenize biz seyirci kalamayız.”
“Ne olacak? Biz evcek kapı kapamaca yobazlarla salaya mı çıkacağız. Mahallenin dövüşe karışması, bizimle birlik olmayacağını da bilmeliyiz. Bekçiden çöpçüye kadar kimse maymunluğu içine sindiremedi. Hayvanlık denince kızıyorlar, ama insanlığın ne olduğunu da daha bilmiyorlar.”
Ali Şeref: “Siz eski şeyhülislamla muhabbet etmeye geceleri gitmek âdetindesiniz. Daha çok cuma geceleri?”
Feylesof: