“Peki söyleyiniz doğruyu.”
Ruşen Zamir: “Efendim, biz şeytan şerrine uğradık.”
Polis: “Yüzlerinizi niçin boyadınız?”
Ruşen Zamir: “Biz boyamadık efendim…”
Polis: “Ya kim boyadı?”
Enis Buharî: “İşte onlar…”
Polis: “Onlar kim?”
Ruşen Zamir: “Şeytanlar… Efendim, şeytanlar…”
Polis sinirli: “Ha, anlaşıldı. Haydi merkeze… Cini şeytanı orada anlatırsınız.”
Enis Buharî büyük bir yalvarma hâli ile: “Polis efendi evladım, biz, baban yerinde adamlarız. Hırsızlığa çıkacak kimselerden değiliz.”
Polis: “Yüzlerinizde parmak kalınlığında boya var, kaç yaşında olduğunuz belli değil ki…”
Ruşen Zamir: “Müsaade ediniz çeşmede yüzlerimizi yıkayalım. Sonra bırakınız evlerimize gidelim.”
Polis: “Yüzlerinizin yıkanmasına müsaade edemem. Hakikatin meydana çıkması için merkeze sizi böyle boyalı götüreceğim.”
Gittikçe artan halk arasında şu sözler döner: “Bunlar adamakıllı kaçık… Yüzlerini şeytanlar boyamışmış, polis hiç böyle küllüm yutar mı?”
“Geçenlerde de Bakırköy’den bunlara benzer bir deli kaçtıydı.”
“Deli diyoruz ama bunlar ara sıra gardiyanları kafese koyabiliyorlar. Hangi taraf daha akıllı?”
“Kırk yıl tımarhane hizmetinde bulunanlar da sonunda çıldırırlarmış.”
“Tecrübesi yapılmış bir gerçek mi bu?”
“Bilmem. Tımarhanelerin doktorlarından kapıcılarına kadar istatistik tutmalı. Kırk yıl sonra iş anlaşılır.”
“Şaşılmaz. Bazı doktorların baktıkları hastalıklara sonunda kendilerinin de tutuldukları işitilmemiş bir şey değildir ya?”
Halk, bu boyalılardan türlü eğlence sözleri çıkararak gülüşmekte iken, polis, onları merkeze götürmek için uğraşıyordu. “Gidersiniz!”, “Gitmeyiz!” sözleri ile bir hayli didiştikten sonra sonunda polisin önüne düşmek zorunda kaldılar.
En yakın polis karakoluna götürüldüler, önüne çıkarıldıkları komiser muavini sordu: “Bu ne?”
Polis: “Ne olduğunu bilmiyorum. Sabahleyin sokakta suratları böyle boyalı olarak bu adamları buldum. Fakat ne maksatla boyandıklarını söylemiyorlar.”
Muavin Bey boyalılara sordu: “Müslüman mahallesinde vakitsiz karnaval mı yapıyorsunuz? Önce söyleyiniz bakayım, hangi millettensiniz? Rum mu? Ermeni mi? Yahudi mi?”
17
Enis Buharî ile Ruşen Zamir bu üç sualin sinirlerinde kopardığı fırtına ile titreşerek, ağlamalı birer sesle bağırıştılar: “Haşa efendim, haşa… Elhamdülillah kalubeladan beri Müslüman oğlu Müslüman’ız.”
“Ya bu suratlarınızdaki boya maskaralığı nedir? Asıl yüzlerinizi gizlemek istemişsiniz. Bu, apaçık görünüyor. Ama ne maksatla?”
Enis Buharî: “Biz kendi isteğimiz ile boyamadık ki bunda bir maksadımız olabilsin.”
“Bir insanın yüzü kendi isteği olmadan nasıl boyanır? Ellerinizi, ayaklarınızı tutup da mı boyadılar?”
Ruşen Zamir: “Hayır efendim. Haberimi yok iken…”
Muavin dik dik bir bakışla: “Bir adamın haberi yok iken suratı nasıl boyanır?”
Enis Buharî: “İşte oldu, numunesi önünüzde…”
Muavin Bey: “Suratlarınıza boya sürülürken hiçbir şey duymadınız mı?”
Enis Buharî: “Bizi uyuttular efendim. Sabahleyin viranelikte gözlerimizi açınca yüzlerimizi böyle boyalı bulduk.”
Muavin Bey bu sözleri tekrarladı: “Sabahleyin viranelikte gözlerinizi açınca, yüzlerinizi boyanmış buldunuz…”
Ruşen Zamir: “Evet efendim…”
Muavin Bey: “Bu boyacı yahut boyacılar kimler?”
Enis Buharî: “Söylersek inanmayacaksınız.”
Muavin Bey: “Söyleyiniz. Biz işin inanılacak inanılmayacak tarafını ayırt ederiz.”
Enis Buharî sıkılarak kekeler gibi hafif bir sesle: “Şeytanlar…”
Muavin Bey bu “Şeytanlar” sözünü “ş”sini uzatarak tekrarladıktan sonra zabıt tutan polise hitapla: “Birader, zaptı dikkatle tut. İş karışıyor.”
Başka bir polis çağırarak kulağına: “Siz de telefonla Bakırköy’den sorunuz. Bu sabah oradan bir çift kaçak deli var mı?”
Yine iki boyalıya dönerek: “Viranelikte ne işiniz vardı?”
Ruşen Zamir: “Biz viraneliğe kendi ayaklarımız ile gitmedik ki… Haberimiz yokken bizi onlar götürmüşler…”
Muavin Bey: “Onlar, yani şeytanlar?”
Enis Buharî: “Evet efendim, o melunlar…”
Muavin Bey: “Şeytanlarla sizin ne alışverişiniz var? Onlar size nerede, ne vakit, ne şekilde görünüyorlar?””
Ruşen Zamir: “Efendim, işte şimdi asıl meseleye gelelim.”
Muavin Bey: “Peki söyleyiniz.”
Enis Buharî: “Birkaç zamandır gazetelerde dedikodulara vesile veren maymunluk meselesiyle alakalanıyor musunuz?”
Muavin Bey: “Gazetelerde böyle birtakım şeyler var, ama ne olduğunu anlamaya vaktim olmadı.”
Ruşen Zamir: “Efendim, dinin ulviliğine, insanın şerefine karşı atılan iğrenç bir tükürük…”
Muavin Bey: “Yalnız biriniz söyleyiniz. Söz karışmasın.”
Enis Buharî: “Tamamıyla adının tersi olarak, Mualla Lahuti adını taşıyan bir feylesof, yani batıl mezhebe sapmış olan, münkir, bir imansız, bir kâfir…”
Muavin Bey: “Bu kadar lakap yetişir. Asıldan ayrılmayınız.”
Enis Buharî: “İşte o melun adam, haşa sümme haşa Hazreti Âdem safiyullahın, bir orangutan maymunu olduğu iddiasıyla bir küfürname karaladı, attı ortaya… Bir ilmihal kitabı yazılsa kimse para verip almaz. Bu hezeyannameyi kapıştılar. Bilinmez ki, insanın maymundan geldiği ortaya çıkarsa bunda sevinecek bizim için ne şeref hissesi vardır?”
Muavin Bey: “Asıl sözden ayrılmayınız.”
Enis Buharî: “Bendenizin ismim Enis Buharî’dir. Eski vaizlerdenim. Bu efendi de aynı meslektedir. Biz, tuttuk bu küfürnameye karşı şiddetli iki reddiye yazısı yazdık. Fakat ne para eder ki, bu zamanlarda batıla karşı hakkın üstün gelmesi güçleşti. Çirkefe taş attık, serpintisine uğradık. Herifi hezeyanlarında büsbütün coşturmuş olduk. Lakin beyefendi, bizim sinirlerimiz de nefretin son ahengine gerildi.”
Bu sırada polis gelerek muavinin kulağına: “Bakırköy’e telefon ettik, kaçak deli olmadığı cevabını aldık.”
Muavin Bey: “Peki… (Enis Buharî’ye) Devam ediniz.”
Enis Buharî: “Tiksintimiz o dereceye geldi ki, artık kendimizi tutamaz olduk. Dine karşı edilen bu saygısızlığı karşılıksız bırakmayı büyük bir günah