unvanı bunlara verilmeye başlanmıştır.
Fransa’da ha? Aşüftelik üzerine tesis edilen şimdiki Fransa’da! Öyle mi?
Ne sandınız ya? Samimiyet üzerine tesis edilen bir evlilik müessesinin, Osmanlılardan başka bir toplumda bulunduğuna cidden inanıyor musunuz? Aman etmeyiniz. Sonra bunu safderunluğunuza hamlederler. Hak Teâla bu nimeti de yalnız “Osmanlı” denilen bu bahtiyar kavme nasip eylemiştir. Ezcümle size şu satırları yazan, muharrir bir “Bezci Hacı Süleyman” oğlu “Ahmet” iken, onların inayet ve yardımlarıyla Osmanlılar sayesinde asalet mertebesinin en yükseklerinden birine çıkmıştır. Osmanlılar da bunu şehriyâr-ı kudsî olan efendimiz hazretlerinin lütuf ve inayetleriyle, böyle devletine ve milletine hizmet etmeleri dolayısıyla, “ekselans” unvanını almaya hak kazanmışlardır. Yine onun sayesinde bu inayetlere mazhar olmuştur. Bizde “atûfet”, Avrupa’da “ekselans” unvanı, ait olduğu mevki, saygı ve mertebenin en yükseğidir. Bu unvan, din ve devletine, vatan ve milletine sadakatle hizmet eden her Osmanlı için de verilmiş bir unvandır. Avrupa’da ve özellikle de Fransa’da sınıfların mevcut olduğu ve hele onların böyle manevi şereflere rağbet etmedikleri hakkındaki sözler ise zihinlerimizi hiç yanıltmasın.
Bugün asalet hevesi henüz o kadar ilerdedir ki isimlerinin ilk harfi dal olan heveskârlar, isimlerinin imlasını değiştirerek asalet işareti olan “de”ye dönüştürerek onu ayrı yazarlar. Mesela Dimitri olanların d’İmitri yazması gibi! Bu hevesin derecesini size hakkıyla tarif ve pekiştirmek için “Illustration” namındaki Fransız gazetesinin son nüshası olan 15 Teşrinievvel/Ekim sene 1898 tarihli ve 2903 numaralı nüshasına bakmayı tavsiye eyleriz. “Üsbû-ı mudhike” kısmındaki birinci mizah tasviri, nahif bir markinin karşısında karnını şişiren şişman bir adi insanı gösterir. Aşüfteliğiyle iftihar eden bu adi insan, asaletiyle kendini göstermeye çalışan ancak ne olduğu henüz bizce belli olmayan o markiye diyor ki:
“Marki hazretleri! Ben ihtisastaki asaletten başka asalet tanımam! Hatta hazinedeki memurlardan birisi üç yüz frank verirsem eski kayıtlardan benim için bir asalet kaydı bulabileceğini teklif etti de kabul etmedim. Reddettim. Yalnız yüz frank teklif ettim. Bir santim ziyade değil!”
Bu sözün ne demek olduğunu anlayabilecek kadar Avrupa ahvaline vâkıf olanlar için bu söz asla şerh ve izaha muhtaç değildir. Kendilerinde bu vukuf bulunmayanlara da biz anlatırız. İşimiz ne? Roman okumaktan bir maksat da insanın bilemediği şeyleri bu vesile ile öğrenmek değil miydi?
Efendim! Avrupa’da ve hatta aşüfte memleketi diye mağrur olan Fransa’da asalet hevesi o kadar ileriye gitmiş ki bir adamın on beşinci ceddi, asrının hükümdarı tarafından en adi bir memuriyete nail olmuş ise bunu bir asalet unvanı addetmeye kadar varırmış. Bunun için hazine-i evrak memurları da böyle asalet heveskârlarına, “Sizin hamil olduğunuz aile unvanı hakkında bir asalet kaydı buldum. Şu kadar frank verirseniz size o belgeyi takdim eylerim.” demeye başlamışlar. İşte aşüftelikleriyle iftihar eden, mağrur olan ve gerçek bir asalete sahip olduğunu iddia eden zat bile hiç olmazsa böyle bir hizmete yüz frank veriyor!
Avrupalıların hangi devlet tarafından olur ise olsun bir nişana nailiyet için ne kadar hırslı olduklarını bilenler oralarda bu gibi asalet sözlerinin bütünüyle sahte olduğuna hükmetmek için başka delile ihtiyaç görmezler.
Yalnız Avrupa mı acaba? Ya Amerika’ya ne dersiniz? Sivillere resmen unvan tesis etmemek için değişik adilik gayretinde bulunan yankesiciler de baron, marki, kont, dük ve prens gibi unvanlara imrenmeye başlamışlardır. Fakat bu unvanı doğrudan doğruya kendilerinin alabilmelerinin zor olduğunu bildiklerinden hiç olmaz ise kızlarını bir markiz, bir kontes filan görmek gayretiyle onlara boyun eğmişlerdir. Biraz petrol veyahut saucisson1 kokan milyonları, milyarları sayesinde bu emellerine nail dahi oluyorlar. İki cebinde beş parası kalmamış “Nobel”mi istersiniz? Unvan asaletinden başka bir şeyi kalmayan bu Nobeller şimdi de soluğu Amerika’da almaktadırlar. Cepleri milyon ve milyar dolu kızlar da Avrupa’ya can atıyorlar. Her iki taraf da bu şekilde kendi emellerine nail oluyorlar. Bunları tebrik etmelidir! Kıskanacak değiliz ya… Maksadımız “yeni kibar” denilenlerin kimler olduklarını anlatmak idi de bu tuhaf olan Avrupa meselesi hakkında şu kadarcık izahat vermeye lüzum gördük. Bu izahat üzerine okuyucularımız külfetsiz anlarlar ki, helalinden haramından birkaç milyon kazanmış olana göre ismine bir de edat izafeti takarak veyahut manalı manasız yeni bir isim takınarak asilzadeler içine karışıvermek muhal olmak şöyle dursun müşkül bile değildir.
Paris’in yeni kibar familyalarından Monsieur ve Madam de Rose Bouton’u hâlâ tanımazsınız ama “yeni kibar” olduğunu tasvir ve tayin ettiğimizden bununla anlarsınız ki bu familya Emile Zola’nın son eseri olan Paris namındaki romanında hâl ve şanı tasvir olunan Duvillard familyası gibi bir şeydir. Böyle diyoruz ama bakalım Emile Zola’nın eserini ve bahusus son eseri olan Paris’i okumuş musunuz? Eğer okumamış iseniz sakın ha darılacağız zannetmeyiniz. Bilakis sizi tebrik edeceğiz.
Arif olmaz kim bilir dünya vü mâfîha nedir?
Arif oldur bilmeye dünya vü mâfîha nedir? 2
Diyen şairin bilinmemesini arzu ettiği “mâfîha” işte Emile Zola ve emsalinin eserleridir.
“Eee, bunlar bu kadar fena da siz niçin okudunuz?” mu diyeceksiniz. Hakkınız var ama bu bizim sanatımızın gereğidir. Biz bir nevi zabıta memuruna benzeriz. İyileri de görürüz fenaları da! Fakat her ikisi hakkındaki muamelemiz başkadır! Bizim bu nazarımız, sizde de varsa o hâlde bu nevi eserleri siz de görmelisiniz. Yok ise görmemeniz görmekten daha hayırlıdır. Ama bu sözümüz ile demincek söylediğimiz bir söz arasında tenakuz var vehmine düşmeyiniz. Demin sakınmak için fenalığı öğretmek lüzumundan bahsettiğimiz hâlde şimdi fenalığı öğrenmekten men gayretinde bulunduğumuza intikal etmeyiniz. Buradaki ihtarımız yalnız Zola’nın eserlerine dairdir. Bu eserlere itirazımız da -pek çok taraftarlarının iddia ettikleri gibi-mutlaka insanların kötülüklerini, günahlarını gösterdiği için değildir. Belki göstererek öğretmek istemesi ve bunu yaparken de insanın kalbinin kaldıramayacağı çirkinlikleri anlatmakla beraber ekseriyetle tasvirlerinde fenalıkları iyi ve iyilikleri fena göstermek safsatasını da kapsadıkları için bu itirazda bulunuyoruz. Eğer malum eserler hakkında şu hakikate vâkıf iseniz onları siz de okuyunuz. Kendiliğinizce istifade bile edersiniz. Fakat bu vukufunuzun irşadıyla siz de hükmedersiniz ki bu eserler kalplerinde, fikirlerinde bunları kaldıracak irade bulunmayanlara okutturulmaması lazım gelen tehlikeli şeylerdir.
Şimdi bizim Rose Bouton familyasını anlatmaya medar olmak için imkânın son derecesindeki bir nezaketle haber verelim ki bu Duvillard familyasının baba makamında bulunan mösyö, iki cebinde bir parça parası olmayan müflislerden iken büyük bir yolsuzlukla bir anda zengin olmuş ve bir misli, “Para Meselesi” diye basını senelerce müddet meşgul eden rüşvet ve büyük hırsızlık işi gibi bir şeydir. Yine “zengin olan mutlaka sefih olmalı” itikadının hüküm sürdüğü Paris’te her nevi sefahatlere koyularak bir aralık dahi en rezil aktrislerden birisini sevmiştir. O aşüfte tarafından tahammülü imkânsız hakaretlere maruz kaldığı ve kendisi de artık yaşını başını almış bir adam bulunduğu hâlde yine de Paris’in en rezil kahvehanelerine kadar o aşüfteyi takip eder gider. Madam Duvillard ise yirmi yaşında bir kıza ve ondan büyük bir oğula malik olmasından da anlaşılacağı gibi artık durmuş oturmuş olmak hâli kendisine en ziyade yakışık alacak bir hâl iken, yine de aşüftelikte kızı ile rekabet eder. Ama maddeten ve bilfiil ve hakikaten rekabet eder. Zira bir züğürt kibar sadece servetinden dolayı çirkin ve hatta biraz da kamburca olan Mademoiselle Duvillard ile evlenmek için gayret sarf ettiği hâlde validesi Madam Duvillard’ın