Hüseyin Rahmi Gürpınar

Toraman


Скачать книгу

şeyh ayol… Günahı yoktur ki…”

      “Şeytan karı, çekil sabahleyin oradan! Aklımı karıştırma. Şaşırdım işte. Dolma sarıyorum diye yaprağı parmağıma doladım.”

      “Niye şaşırdın? Sen de galiba şeyhi kalbinden geçiriyormuşsun. Keramet Efendi’nin kaşını, gözünü öyle bir anlattın ki gidip görmek için bana bile merak geldi.”

      “Git git, kıskanmam valla… Sen gençsin. Güzelsin. Seni mutlaka kendi çiğner.”

      “Gereği yok. Kocamın çiğnemesi bana yetişir.”

      “Allah versin. Seninki de boyda bosta Keramet Efendi’nin kalfasından aşağı kalmaz. Bir defa çiğnese bir hafta vücudunu bulamazsın. Tuh tuh tuh… Şuna da bak hele… Sabah sabah bana neler de söyletiyorsun. Boyumca günaha girdim… Bu sabah hiç lakırtı söylememeye karar vermiştim. Nerede olsa beni söyletmek için karşıma bir şeytan çıkıyor. Şeyhim, bana tenhaya çekilmeyi buyurdu. Bu evde tenhaya çekilmek olur mu? Karşıki komşumuz apukatın karısı, kocasını kilerde beslemeyle yakalamış. Kavga ayyuka çıkıyor. İşitip de günaha girmeyeyim diye buraya, bahçeye kaçtım. Kızı önce evlatlık diye aldılar. Haspa büyüdü. Kaşlı gözlü bir civan oldu. Kocaya vereceklerdi. Apukat bu… Evlatlık falan dinler mi? Birisine verilmezden önce kaymağını kendi tatmak istemiş. Şefika’da kabahat. Bu zamanda insana öz evladından iyilik gelmiyor da evlatlığı ne yapacak? Oh olsun, o cingöz herif evde evlatlık kız mı yaşatır? Aa doğrusunu söylemeli… Herifin de kabahati yok hani. O paçavra hastalığından kalktıktan sonra Şefika’nın her tarafı pörsüdü. Yüzüne lekeler bastı. Gudubet bir şey oldu. Karlar yağsa kış değil mi? Kişi kendini bilse hoş değil mi? Karı bu çirkinliğini örtmek için saçlarını kanarya sarısına boyadı. Eşi dostu kendine güldürdü. Bunun tutarı on paralık ayna… Bir kere aynanın önüne gidip de suratına baksa ya… Çoraklıkta kalmış sağmal ineklere döndü. Tanrı’m insanı bir kere şaşırtmasın. Herif artık bu hırtlamba karının yüzüne bakmaktan bıktı. Karşısında dolaşan ay gibi evlatlığı görünce kendini tutamadı. Mezhebi geniş bir adam… Kızılbaş mıdır nedir?”

      “Hasnâ, sen de peyrizi bozdun ama bir bozdun! Keşki sabah sabah seni bu kadar söyletmeyeydim…”

      Hasnâ Hanım şiddetli bir kırgınlıkla yağlı ellerini yüzüne götürerek:

      “Sahi karı, sahi… Şeyh bana neler tembih etti? Bak ben ne çaçaronluklar ediyorum. Büyüksün Tanrı’m, sen bağışla günahlarımı… Kabahat kimde? Ben bu sabah hiç ağzımı açmamaya niyet etmiştim. Kalbimi Tanrı’m bilmiyor mu? Beni söylettin. Günahı da senin boynuna olsun.”

      “Şeyh neler tembih etti, hani anlatacaktın?”

      “Sıra oraya geliyor mu? Hangisini anlatayım? Lakırtı çok. Bu mahallenin dedikodusu her gün kırk gazeteye yazılsa sığmaz. Ayıplama kardeş, üç gündür lakırtı orucundayım. Lakırtı dalgaları içimde Nuh’un tufanı gibi kabarıp duruyordu. Hep yutuyordum. Bizimki bile ‘Aşk olsun şeyh efendiye… Şimdi ermişliğine inandım. Bu ağzı üç gün kapamayı başardı. Sen haftada bir gün oraya gidip iyice çiğnenmelisin ki bu evde biz de biraz rahat edelim.’ dedi.”

      “Kocan izin verdikten sonra her gün git çiğnen.”

      “Seninki göndermez mi? Beraber gidelim.”

      “Hani ya doğrusu ben de şeyhi merak etmedim değil. Fakat bizimki beni başkasına çiğnetmez. Hem çok şükür benim yelim, kuluncum, çarpıntım falan yok.”

      “Aaa ne kadar sapasağlam karılar gelip de çiğneniyorlar. Sen oraya hep dertliler mi geliyor sanıyorsun?”

      “Sağlam adamın orada ne işi olur? Gidenlerin elbette söylenir söylenmez birer dertleri olmalı.”

      “Tekkenin bahçesinde çiçekler, havuz, fıskiye var. İnsanın içi açılıyor. Gün gördüğümüz var mı kardeş? Yaz kış bu eve kapanmaktan başka dünya mı görüyorum? Bahçedeki şeftali ağacı çiçek açar, bostanda baklalar yeşillenir de bahar geldiğini anlarım. Bana bir şeyh daha salık verdiler. O da başka türlü okuyormuş.”

      “Nasıl?”

      “Bir kibar kızı merak hastalığına uğramış.”

      “Kibarın merakı ne olacak? Sevda işi olmalı.”

      “Neyse günahı üstünde kalsın.”

      Bu sırada Adile Hanım’ın evinden kızı bağırarak:

      “Anne, gel, mangalda süt taşıyor!”

      Adile Hanım tahta perdeden başını çevirerek eve doğru:

      “Aman taşarsa taşsın! Şimdi burada lakırtımız var.”

      Hasnâ şaşakalarak:

      “Aaaaa koskoca kız taşan sütü kaşıkla karıştırmasını bilmiyor mu da seni çağırıyor?”

      “Biz ona ince işler öğretiyoruz. Mutfak işinden hiç anlamaz. Sen lakırtına devam et. Eeee kibar kızı neden merak getirmiş bakayım?”

      “Günahı üstünde kalsın, pek derinden derine bilmiyorum. Sinirli çarpıntılara uğramış. Yemez, içmez, uyumaz olmuş. Fakat paluzeler gibi güzel bir kızmış. Hekim, hoca çare bulamamışlar. Sonunda o şeyhe götürmüşler. Böyle sıkıntı hastalıklarında şeyh, kadınların çıplak göğüsleri üzerine uzun bir dua yazarmış. Tamam beş tane altın alır da öyle yazarmış.”

      “Gidip sen de yazdırtsana.”

      “Aaa benim beş altınım olsa beş yüz türlü derdimi görürüm. Dur dinle. Kadına, ‘Sakın bu göğsündeki yazılar silinmesin. İyice koru. Üç gün sonra buraya yine gel.’ dermiş.”

      “Eyyy?”

      “Üç gün sonra gidince kadının göğsünü açar, o yazdığı yazıyı, yani duayı şeyh diliyle yalar temizlermiş.”

      “Aaaa, bu da başka türlüsü…”

      Hasnâ Hanım’ın kızı mutfaktan:

      “Aman anne koş, bakla suyunu çekti! Çatır çatır yanıyor!”

      Hasnâ Hanım: “Aman hangi birine yetişeyim? Azıcık dur. Şimdi lakırtımız var. Lafın tatlı tarafına geldik.”

      Adile Hanım şaşıp kalarak çatık bir kaşla:

      “Çocuk anası koskoca kadın tencereyi ateşten indirmeyi bilmiyor mu da seni çağırıyor?”

      “Ah dertli oldu. Kız alık oldu. Ne yapacağını biliyor ne edeceğini… Sonra efendim, kadının göğsünü tatlı tatlı böyle bir güzel yalarmış.”

      “Tuhaf şey. Bu şeyhlerin şifa verme güçleri besbelli kiminin ayağında kiminin de dilinde… Bu da bir buluş… Koca karıların göğüslerine de yazar, yalar mıymış hanım?”

      Hasnâ Hanım’ın kızı yine mutfaktan haykırarak:

      “Anne, bakla kömür oldu!”

      Hasnâ Hanım öfkeyle:

      “Beni kötü kötü söyletme sabahleyin Sabire! Dilimi tutmak için şeyhe söz verdim. İnsan bu evde taş olsa çatlar. Bakla yanıyorsa bir tanesini al ağzına da bak. Yumuşamışsa tencereyi indir. Daha sertse üzerine bir parça su koyuver. Ha ne diyordum? Yalarmış dedim de bizim efendinin bir yoğurtlama hikâyesi vardır. O geldi aklıma…”

      “Şimdi lakırtıyı başka yana çevirme. Kocakarılara da yazar mıymış?”

      “Acele etme. Onu da araştırdım. Otuz beş yaşından sonra kadınların ciltleri pörsür,