Hüseyin Rahmi Gürpınar

Toraman


Скачать книгу

komşunun kapısını, penceresini dinleyip gözetleyeceğine, o çomak kadar dilinle mahalleyi çorba gibi karıştıracağına, kocana sahip olaydın kaltak! Şeyhlere gidip çiğnenmek ne para eder? Seni şimendifer çiğnemeli ki bütün dünya o uğursuz ağzının kötülüklerinden kurtulsun!”

      Adile Hanım pencereye başını kaldırarak:

      “Sus artık Nuriye sus… Kadın baygınlıklar geçiriyor. Bir tarafına iner miner… Bir şey olur. Yazıktır, günahtır.”

      “Günah mıdır? O kendisi günahı biliyor mu? Benim hafız kocama niye iftira atıyor? Kocamın bir baş dönmesi hastalığı vardır. Düğün evinde kalabalıktan tutmuş. Onun için bekçinin sırtında geldi.”

      Hasnâ Hanım büyük vuruşlar altında silkinip silkinip baş kaldıran cins bir horoz gibi davranarak:

      “Kına gecesinden dönen erkeklerin kimi arabayla gitti kimi küfe içinde kimi hamal sırtında… Birtakımı da sokaklarda suratlarını köpeklere yalatarak kaldırımlar üzerinde sergin yattılar. Hepsinin de başı dönmüş, midesi mi bulanmıştı? Düğün evini, o canım gelin odasını kusmuk deryasına çevirmişler. O gece sizin evdeki öğürtüden bizim evde durulmadı. Ben kimseye iftira etmem. İftirayı evlenmiş diye sen benim kocama atıyorsun… Kocam evlenmez… Evlenemez!”

      “Ay amaannn… Acaba niçin?”

      “Erkekliği yoktur da onun için…”

      “A tuhaf şey… Gıdıklasalar da bir parça gülsem… Kocanın erkekliği yoksa sen o çocukları kimden peydahladın?”

      “Oldum olası öyle değildi ya… Yedi sekiz yıl öncesi yanlışlıkla bir ilaç yedi de öyle oldu…”

      “Daha geçen yıl onu Tavrışen’in evinde basacaklardı. Erkekliği olmayan adam zamparalığa gider mi? Senin koynunda yatıp kocakarı soluğu ile zehirlenmemek için bu hileyi uydurmuş. Daha o zamanları seninle döşeğini ayırmak istemiş. Sen kene gibi yapışarak ‘Ben şeyhe danıştım. Kocasından ayrı döşekte yatmak günahtır, dedi.’ demişsin. Adamcağız da ne yapsın? Senden kurtulmak için bu düzeni kurmuş… Ayıplanmaz… O genç, sen yaşlı… Yan yana aynanın önüne geçip de bir baksanıza… Ana oğul gibi duruyorsunuz.”

      “Aaaa üstüme iyilik sağlık… O benden on yaş büyüktür ayol! Nüfus kâğıtlarımız çekmecede duruyor.”

      “Nüfus kâğıdına kendini on yaş küçük yazdırmak modası artık pek adi bir hile sırasına geçti. Geçen günü Tırabzanlının4 yetmişlik kaynanasının yaşı nüfus kâğıdında otuz altı göründü. Buna zavallı kadının kendinden başka herkes güldü. Çünkü oğlunun yaşı elliden fazla… Bir adamın nüfus kâğıdından önce suratına bakarlar hanım…”

      “Kocamın saçı sakalı hep boyadır. Onu öyle görüp de genç mi sanıyorsunuz?”

      “Boya saçları vaktinden önce ağarmış kimselere yaraşır. Gerçekten yaşlanmış olanları büsbütün çirkin eder. Sen de boya kullanıyorsun. Niçin gençlenemiyorsun?”

      “Kocamda gözün mü var karı? Meyzin sana yetişmiyor mu?”

      “Meyzin kadar başına taş insin! Bilgiçliği, zarifliği kimselere vermezsin. Kocanın erkekliği yokmuş da niçin boyanıyor bakayım? Kendini kime beğendirecek? Başında kalıplı fes, ayağında gıcır gıcır ruganlı potinler. İpekli boyun bağı, ortasında oklu yaylı elmas iğne… Ismarlama yapılmış ütülü elbise… Delikanlı oğlun bile o kadar süslenemiyor. Sense alık karı, evde, sokakta hamam anası gibi gezersin. Kocan da bebek değildir bilirim. Elli beşini geçkindir. Fakat seninle vücudunu yıpratmamış. Hiç gam, tasa tutmaz. Senin dırdırından bucak bucak kaçar. Evde durmaz, hemen kendini sokağa atar. Evde çoluğuna çocuğuna sade suya pırasa, ıspanak, semiz otu haşlaması yedirir. Kendi bir güzel lokantalarda kuzu kızartması, hindi dolmasıyla karnını doyurur. Kocan son zamanlarda komisyonculuktan öyle para kazandı, öyle para kazandı ki alyona döndü. Size on para göstermedi. Evinizde insan kıçının altına koyacak sağlam bir iskemle bulamaz. Hâlâ o kırk yıllık ot minderler… Soluk, basma makatlar…5 Hâlâ misafir odanızda o çarpık konsol, üstünde o kararmış hotozlu ayna, önünde hırdavatçılardan düşürülmüş Nuh Peygamber yılından kalma kırık lambalar… Senin el âlem içine çıkacak bir kat temiz elbisen, iyi bir çarşafın yoktur. Çoluğunun çocuğunun üstleri, başları dökülüyor. Mademki söz buraya geldi, hepsini anlatayım bari… Hani ya üç yıl öncesi İzmir’e ticarete gidiyorum diye kocan buradan kaybolmadı mı? İşte o zaman evlendi. Yirmi ikisinde bir karı aldı. Öyle güzelmiş, öyle güzelmiş ki bir içim su diyorlar. Fakat bozuk soydanmış… Müjdemi ver. Kocan boynuzları takınmış. Artık dal budak salıvermiş. Namuslu karısı Hasnâ Hanım’ın oturduğu evden içeri o çatal çutal deccal kafası artık sığmayacakmış… Kocanın haftada üç dört gece eve gelmediğinin sebebini niye merak etmedin? Bu Çingene çergisi, hakuran kafesi çarpık eve gelip de ne yapsın? Öteki evini öyle bir döşetip dayatmış, öyle cici bici eşya ile doldurmuş ki küçük Pazar Alman diyorlar.”

      Hasnâ Hanım beyninden aşağı saçılarak zehir kasırgası korkunçluğu ile her tarafını alazlayan bu sözlerin acı etkisi altında önce şaşalamış, sonra aklını başına toplamaya uğraşarak dikkatle dinlemeye başlamıştı. Müezzinin karısı Nuriye’nin fırından saçılır gibi savurduğu bu son sözler düşmanca olmakla beraber büsbütün de iftira gibilerden, asılsız şeyler değildi. Kocasının son zamanlarda yaşına hiç uymayan bir ölçüde süse, tuvalete şıklığa verdiği önem, İzmir yolculuğu, haftada üç dört gece evden kayboluşu, bunlar tamamıyla doğru şeylerdi.

      Hasnâ Hanım dolma tenceresinin yanından çekildi. Başını asma çardağının direğine dayadı. Yağlı elleriyle saçlarını düzelterek düşünüyordu. O dakikaya kadar kocasının üstüne böyle bir şey yormak aklına gelmemişti. Fakat şimdi komşusu Nuriye onu öyle bir iz üzerine koymuştu ki bu izin yılan gibi kıvrıla kıvrıla gidişlerini kafasında dikkatle izleyerek, iki bilinmezden bir bilinene atlayarak yavaş yavaş ayağı suya eriyor, son zamanlarda kocasının hâlinde beliren tuhaflıkların karanlıkları yırtılıyor, bazı gerçekler gün gibi açık ortaya çıkıyordu.

      3

      Evlendikleri zaman Şuayip Efendi yirmi beş yaşında gürbüz bir delikanlı, Hasnâ Hanım güzel fakat delişmen bir kızdı. Evleneli şimdi otuz beş yıl olmuştu. Bu uzun karılık kocalık süresinde birbirini çok gücendirmişlerdi. Aile hayatları hemen devamlı bir hır gürle geçti. Hasnâ Hanım ilk çocuğu Sabire’yi dünyaya getirdikten sonra rahim boğulması hastalığına tutuldu. Kadınların deyimince henüz kırkı çıkmadan loğusayı döşeğinde yalnız bırakmışlar da al basmıştı. Kadının yaratılışı zaten delişmenken bu al baskınından sonra zırdeli oldu. Hekim, hoca, tedavisine çok uğraşıldı. Pek işe yaramadı. Ara sıra kendisine biraz sakinlik gelir. Fakat ay başlarında şiddetle nöbeti tutar. Yalnız kendi evini kasıp kavurmak değil, bütün mahalleyi altüst eder. Kapısının önünden gelip geçenlerle kavgaya tutuşur. Bu nöbet zamanlarında yüzü kasılır, bir tuhaf gerginlik alır. Kaşları çatılır. Gözleri büyür. Salyaları akar. Bir lakırtı tufanı, bir hâlinden yakınma saçmalaması başlar. Uyumaz, söylenir. Yemez, söylenir. Evladına, kocasına, bütün dünyaya düşman olur. Ve el âlemi de kendisine düşman görür. Diline dolamadığı, tenkit etmediği, hor görmediği, küçümsemediği şey bırakmaz. Tımarhanenin azılılara ayrılmış bir hücresinde zincire vurulacak kadar deli değil. Fakat akıllı da hiç değil. İnsanlar arasında hiçbir kadroya sokulması mümkün olmayan bu