Hüseyin Rahmi Gürpınar

Toraman


Скачать книгу

o taşı koyduğun vakit lakırtı söyleyebiliyor musun?”

      “Ne mümkün? Yeni lakırtı paralayan çocuklar gibi kem küm edip duruyorum. Kaç kere boğazıma kaçtı da Sabire parmağıyla çıkardı. Boğuluyordum. Efendim sana söyleyeyim, sonra şeyh, ‘Tekkenin bahçesinde biter kutsal bir ot vardır. Sana versinler. Merak bastırdığı vakit ondan bir parça kaynat da iç. Sıkıntı dağıtır.’ dedi. Bana üç defa okudu, üfledi. Ondan sonra efendim, kalfasını çağırdı. ‘Hanımı güzelce bir çiğneyiver. İçinde hiç merak yeli kalmasın, hepsi defolsun.’ dedi. Kalfa beni pencerenin önünde pöstekinin üzerine uzattı. Öyle bir çiğnedi, öyle bir çiğnedi ki bağırmaya utanıyordum. Pestil oldum. Herif galiba vaktiyle yorgancılık etmiş. Ot minder gibi çiğniyor. İçimde seksen şeytan olsa o kokulu iri mestlerin tekmeleri altında duramaz, mutlak kaçarlardı. Muskayı boynuma astılar. Taşı dilimin altına koydular. Bir kâğıda sarılı otu elime verdiler. Oh Tanrı’ma şükürler olsun, inşallah iyileşirim diye ben gidiyordum. Kalfa ‘Hanım, bu aldığınız şeylerin adağını unuttunuz.’ dedi. Bir hesap pusulası çıkardı. Sekiz kuruş otuz para muska, beş kuruş on para taş, üç otuz para ot…”

      “Aaa Selanik Bonmarşesi mi bu ayol? Otuz parası ne oluyor?”

      “Bilmem kardeş, bilmem. Tamam on yedi kuruş otuz para etmiş. Evden çıkarken on kuruş kadar bozuk param vardı. İnsanlık hâli bu, uzun boylu yol, belki para yetişmeyiverir diye küçüğün kumbarasındaki paraları da çıkarıp yanıma almıştım. Kesemi açtım. Hesapladım, kitapladım. Yetmiş para kadar eksik geliyor. Onun orası tekke… Pazarlık olmaz ki… Hem şimdi her yerde fiyat kesin. Neyse, üst tarafını Safiye’den aldım da ekledim. Kapıdan çıkarken kalfa ‘Hanım, bu aldığın şeylerin şifasını üzerinde denedikten sonra yine gel.’ dedi. Eski hastalığımda Doktor Moronaki’den reçete aldığım zaman o da bana böyle demişti. Caddeyi bulup da tramvaya kadar yürüyecek hâlim kalmamıştı. Çiğnendim mi yoksa kıyma makinesine mi girip çıkmıştım bilmiyordum. Vücudum rendelenmiş turpa döndü. Hay Allah razı olsun, Safiye koltuğuma girdi. Söylemesi kötülük, ben tekkeye gitmezden önce daha sağlamdım. Neyse güç hâlle eve kapağı attık.”

      “Sana da iyilik yaramaz Hasnâ Hanım. Okumuş adamların ağırlığı duyulmaz ki… Tekkelerde kundaktaki küçük çocukları çiğnetirler. Yavrucaklar vık bile demezler.”

      “Bilmem, benim günahım çok zahir de onun için ağırlık duydum. Bu kalfa gibisi kundağı çiğnerse çocuk yalnız çiğnenirken değil, artık bir daha hiç bağıramaz sanırım. Benden önce kalfaya başka bir kadın çiğnendi. ‘Hanım nasıl oluyor?’ diye sordum. ‘Mübarek adam pek cüsseli ama üzerimde kuş gibi gezindi. Tanrı bilir hiçbir ağırlık duymadım.’ dedi. Yalan mı söyledi, doğru mu bilmem ki…”

      “Her vücut birbirine benzemez. O kadın çiğnenmeye idmanlı olmalı. Sen şimdi nasılsın, iyi misin?”

      “Bir iki gün kemiklerim ağrıdı. Büyüklüğüne bin kere kurban olayım, şimdi vücudum sağlamlaştı. Muska boynumda, meraklandıkça o ottan kaynatıp içiyorum. Taş da bazı cebimde, bazı ağzımda…”

      “Oh oh, Tanrı’m iyilik sağlık versin! Ya sabur çekiyor musun?”

      “İşte asıl onu anlatacağım. Çekiyorum ama kaç oldu bilmem ki?.. Kafam hesaba alışık değildir. Ben yedi bin sayıyı hiçbir araya getirebilir miyim?”

      “Tespihin yok mu?”

      “Var ama otuz üçlük, namaz tespihi…”

      “Beş yüzlük, binlik tespihler vardır.”

      “Varmış ama bende yok.”

      “Tekkeden getirt.”

      “Kira ile vermiyorlar hanım. Bizimkine söyledim. ‘Hadi karı oradan, binlik tespihlerle uğraşma. Zaten yarım aklın var, onu da kaçırır, büsbütün çıldırırsın.’ dedi.”

      “A o da doğru ya… Hafize Molla böyle tespihlerle bozdu ya. Beş yüzden başladı, beş bine, on bine çıkardı. Sonra aklı da zıvanadan çıktı.”

      “Ha bilirim, o kadın sahiden çıldırdı mı yoksa erdi mi pek iyi bilinemedi. Aşağısına sülük vurdulardı. Hâlâ aklımdadır. Hanım önceleri o ne şen kadındı. Şeyhe çatıp işi tespihe vurduktan sonra kendine bir suskunluk geldi. Dünyasına küstü. Yalnız odalara kapanmaya başladı. ‘Nedir bu hâlin?’ diye soranlara ‘Dünya bana cife geliyor. Erkeğim, çocuklarım bana yılan gibi gözüküyorlar!’ dermiş. Sonunda öldü, bu cife dünyadan kurtuldu. Geceleri mezarına salkım salkım nur inermiş, görenler var. Ah darısı dostlar başına. Ne mutlu hanım… Ah ah, lakırtı lakırtıyı açıyor. Ne söyleyecektim efendim? Ondan sonracığıma… Hesapsız birçok ya sabur çektim. Bana iyi geldi. Efendiye söyledim. ‘Hah iyi işte, için sıkıldıkça ya sabur çek. Yedi binden eksik olursa Tanrı bağışlar. Fazla gelirse ziyanı yoktur.’ dedi. Sonra hanım, marpuççunun Necibe bana bir akıl öğretti. ‘Birkaç okka kuyu fındığı aldır. Kabuklarını kır. İçlerini yorgan tiresine tespih gibi diz. İyice hesapla. Tamam beş yüz tane olsun.’ dedi. ‘Kız, beni günaha sokma, hiç fındıktan tespih olur mu?’ dedim. ‘Sedef, mercan, akik, öd ağacı, kuka, yüz sürü tespihler Tanrı’nın yarattığı şeylerden yapılıyorsa fındığı başkası yaratmadı ya! Tespih hesap içindir. Kirli olmayan her şeyden yapılabilir.’ dedi.”

      “Bu da haklı.”

      “Ben de dediği gibi yaptım. Hanım, bu da ucuz bir şey değil. Kaç okka fındık gidiyor bilsen… Benim oğlana hesaplattım. Beş yüzü, on dört defa dönersen yedi bin olurmuş. Yedi yüz yetmiş yedisi de kolay. Tespihi her dönüşte yanıma bir fasulye koyuyorum. Kaç defa yine şaşırdım ya. Fındıklardan da bir parça elim yağlanıyordu. Ama Allah kabul etsin, işte böyle çekip gidiyordum. Bir sabah kalktım. Seccademi yükten çıkardım. Arasında tespih arıyordum. Hanım, o caanım beş yüzlük tespihten kala kala beş on tanecik kalmış. Boğazlarına kor düşsün, yemişler. Çığlığı bastım. Hepsi geldi. Kim tıkındı benim tespihcağzımı diyorum. Fare yemiştir diyorlar. Fare yese bir parça kırıntısı kalır. Yemin edin bakayım siz yemediğinize diyorum. ‘Biz bir okka fındık için yemin edemeyiz.’ diyorlar. Hala mı yedi? Kız mı yedi? Piç mi yedi? Oğlan mı yedi? Efendi mi yedi? Günahları üstlerinde kalsın. Yoksa hep birer parça paylaştılar mı? Önce anlaşılamadı. Ah hanım ya sabur çekilecek sıra ama tespihsiz kaldım. Ben artık ya saburları kararlamadan çekiyorum. Bir sabah oğlan geldi. Benim Aziz. ‘Anneciğim, vah vah tespihsiz kaldın. Başka bir tespih yaparsan bu sefer bademden yapalım.’ dedi. Kız söze karıştı. ‘Fıstıktan daha güzel olur.’ diyordu.”

      “Aaa hanım, inan olsun, senin tespihi yemişler. Kuru yemişçilerde kaç türlü şey varsa sana hep onlardan birer kere tespih yaptırıp tıkınacaklar…”

      “Dur hanım, dur! Anlatayım. Sonra iş ortaya çıktı. Önce oğlanı çok sıkıştırdım. Aziz inatçıdır. Babasının inadı… Bütün bütün ona çekmiş. Bana hiç benzemez. Ağzından söz almak mümkün olmadı. Sonra kızı sıkıştırdım. Evladı üzerine yemin verdirdim. Kız bana benzer, dayanamadı. Söyledi. Babaları ‘Ananız böyle fındık dervişliği ede ede bir gün çıldıracak. Şeyh ona yedi bin tespih çekmeye izin vermişse ben vermiyorum. Hadi şunun tespihini yiyelim.’ demiş. Paylaşmışlar. Ziftlenmişler! Fındıktan tespih olur mu, olmaz mı diyorduk. Şimdi anladım ki bizim evlerde yemişten tespih dayanmaz. Bunca ilim adamlarının aklı yok mu? Tespihleri yenmez, katı şeylerden yapmakta meğer sebep buymuş. Şimdi her dolmayı sardıkça on tane ya sabur çekiyorum. Artık kaç eder bilmem…”

      2

      Adile Hanım’ın kızı evden bağırır:

      “Anne